Karakter boyutu :
21 Nisan 2011, 21:13
Yeşil Kapitalizm'in geçersizliği -Daniel TanuroYeşil Kapitalizm'in geçersizliği -Daniel Tanuro
Yesil Kapitalizmin geçersizligi-Daniel Tanuro Daniel Tanuro’nun yeni kitabi, L’impossible Capitalisme Vert, veya “The Futility of Green Capitalism” (Yesil Kapitalizmin Geçersizligi), ekososyalizme analitik bakisimiza büyük bir katki sunuyor. Belçikali bir Marksist ve sertifikali bir tarim uzmani olan Tanuro, çevresel tarih ve çevre politikalari konularinda yazan verimli bir yazar. Kitap, basliginin isaret ettigi gibi, özellikle Yesilci çevrelere hitabetmektedir ve iklim degisikligi krizini; kâr güdüsü ve sermayenin birikim dinamigine dokunmadan çözmek için ortaya atilmis baslica önerilerin güçlü bir çürütülmesini temel almaktadir. Kitabin içeriginin çogu, esasinda, Dördüncü Enternasyonel baskanligi tarafindan, uluslararasi bir tartismaya temel olusturmasi için 2009 yilinda kabul edilen Tanuro’nun raporunun genisletilmis ve güncellenmis bir tekrari olarak görünüyor. Rapor Ian Angus tarafindan çevrilmis ve Angus’un The Global Fight for Climate Justice. (Iklimsel Adalet için Küresel Mücadele) adini verdigi antolojisinde yer almistir. Tanuro’nun kitabi, onun; iklimlerin düzensizlesmesinin, bir sistem olarak kapitalizmin “dogal” isleyisinden ayri tutulamayacagini; yakinda olacak bir olasi krizle yüzlesecek ve onun üstesinden gelecek, geçerli bir “özgürlestirici proje”nin, doganin sinirlarini tanimasi gerektigini ve Tanuro’nun, sosyal refahtan anladigimiz seyin temelden yeniden-belirlenmesini amaçlayan tezini özenle isleyen daha pek çok ek bilgi içeriyor. Okuyucunun özellikle ilgisini çekecek konular arasinda; iklim krizi üzerine yazan Jared Diamond’dan Hans Jonas ve Hervé Kempf’e kadar popüler yazarlar hakkinda genis elestiriler ve ayrica katkida bulunan John Bellamy Foster ve Paul Burkett gibi Marksist yazarlarin yazilarina getirdigi elestirel degerlendirmeler bulunmaktadir. Tanuro, Sierra Club’in göç kontrolu kampanyasi; veya verimlilik-maliyeti üzerine kurulu pazar mekanizmalari; veya karbon pislenmesi ticareti veya ekolojik vergilendirme gibi, birilerinin sorunlara çözüm olarak ortaya attigi ve yanlis anlasilan fikirlere karsi herkesi zorlayici bir inceleme hazirlamis. Kitabin baslica özelliklerinden biri, Marksist deger teorisinin, ekolojik krizin izahina getirdigi inandirici açiklama ve bu teorinin, ekolojik krizin çözümü konusundaki inandirici savlari. Ayni zamanda, kendisinin Marks’in ekolojisinde gördügü baslica eksiklige; Marks’in, kapitalizmin yenilenemez fosil yakit kaynaklarina dayanmasini, kapitalizmde bu yakitlarin kullanilmasina ciddî bir egilim gösterildigini ele almasindaki yetersizlige deginmektedir. Bu görüs, Capitalism Nature Socialism dergisinin Aralik 2010 sayisinda yayimlanan “Marxism, Energy, and Ecology: The Moment of Truth,” (“Marksizm, Enerji ve Ekoloji: Gerçegi Görme Zamani”) adli makalesinde, Tanuro tarafindan ayrintilariyla incelenmistir. Bu olaganüstü kitabin diger dillerin yaninda Ingilizce olarak da çok yakinda basilmasini diliyoruz. Asagidaki röportajda, Daniel Tanuro, kitaptaki baslica bazi konulari bir özet halinde vermekte. Görüsmeyi Fransizcasi’ndan (À propos du capitalisme vert) ben çevirdim. ---Richard Fidler (17 Ocak 2011) *** Yesil Kapitalizm Hakkinda Daniel Tanuro, siz, Les empêcheurs de penser en rond/La Découverte tarafindan yayimlanan L’impossible Capitalisme Vert kitabinin yazarisiniz. Ayni zamanda bir STK olan “Climat et justice sociale”nin de kurucususunuz. Sizce “Yesil Kapitalizm” nedir? Daniel Tanuro: “Yesil Kapitalizm” ifadesi iki farkli sekilde anlasilabilir. Rüzgâr türbinleri üreten bir kisi, Yesil Kapitalizm uyguladigi için övünebilir. Bu bakimdan, bir kisim paranin, ekonominin “temiz” sektörüne yatirilmis olmasindan dolayi, bir Yesil Kapitalizm sekli çok açik ki olasidir ve gayet de kârlidir. Fakat burada sorulmasi gereken soru, kapitalizmin bir bütün olarak yesil olup olamayacagi, yâni, büyük sermayeyi olusturan, muazzam sayidaki ve birbiriyle rekabet halindeki küçük sermayelerin küresel faaliyetlerinin, ekolojik döngülere; ve dogal kaynaklarin kendilerini yenileyebilmelerinin olanakli olmasini saglayacak olan ve bu kaynaklarin içinde bulunduklari bu ekolojik döngülerin ritmine ve bu yenilenebilme hizina saygili olup olamayacaklaridir. Benim kitabim soruyu bu yönüyle gündeme getiriyor ve yanitim “olamayacagi” yönünde. Ortaya koydugum temel tartisma konusu, rekabetin, kapitale sahip olan herkesi; ortalama kârdan daha büyük süper kârlar getirecek olan daha verimli makinalari isçilerin yerine koyacak bir güdüye sevk etmesidir. Üretkenligin, kapitalizmin merkezine oturmus bir sey oldugu kesin. Schumpeter’in söyledigi gibi, “büyüme içermeyen bir kapitalizm, ifade olarak çeliskilidir.” Sermaye birikimi potansiyel olarak sinirsiz oldugundan ve bu birikim dogaya dayandigindan ve de doganin kaynaklari sinirli oldugundan, sermaye birikimi ile doga arasinda bir karsitlik vardir. Buna yapilacak bir itiraz, üretim yarisinda, sermayenin, dogal kaynaklari gittikçe artan bir sekilde daha verimli kullandigi iddiasi olabilir. Örnek olarak da, GSYIH üretiminde yüzde olarak harcanan enerji miktarinda gözlemlenen düsüs gösterilebilir. Ancak üretimdeki verimlilik artisi egilimi, süphesiz, dogrusal, düzgün bir sekilde sürdürülemez ve saglanamaz. Ve deneylerle de görüldü ki, üretilen mallarin gittikçe artan kitlesi bu verimlilik artisini geride birakmaktadir. Bu yüzden Yesil Kapitalizm ifadesi, tipki sosyal kapitalizm ifadesi gibi, birbirine zit anlami olan kelimelerden ibaret yanlis bir ifadedir. Bu gözlem, birbirine karsit iki stratejik kavram arasinda bir tartismaya yol açiyor. Bazilarina göre, kendiliginden ekolojik ölümcül bir isleyise sahip olan kapitalizmin yanlislari, (vergiler, mâlî tesvikler, ticarilestirilmis zehirli atik haklari gibi) sisteme içerik pazar mekanizmalarina basvurarak ele alinacak politik uygulamalarla düzeltilebilir. Benim de içinde bulundugum digerlerinin taraf oldugu politika ise, kapitalist üretimi tamamen kesmek seklindedir. Çünkü eger çevre korunacaksa, bu, ancak zorunlu olarak kapitalizmin temel kanunlarina meydan okumakla olasi olacaktir. Bu da, sistemin kurulusuna, üretim araçlarinin özel mülkiyetine meydan okumaya cüret etmeyi gerektirir. Bana göre, bu iki çizgi arasindaki tartismaya, pratikte, iklim degisikligine karsi mücadele örnegi içinde karar verildi. Biz, gelismis kapitalist ülkelerde, fosil-yakit kullanimini, iki nesil sonraya kadar tamamen terk etmek zorunluluguyla karsi karsiyayiz. Nükleer enerjiyi hariç tutarsak -ki hariç tutulmalidir- , bu da Avrupa’da, örnegin nihaî enerji tüketiminin yaklasik yarisini kesmek zorunda oldugumuz, bunun da ancak, fosil yakit isleme ve nakliyatini önemli derecede azaltmakla olasi olacagini göz önünde bulundurmamiz gerektigi anlamina gelecegi açiktir. Yenilenebilir enerji kullanimina geçis ve enerji tüketimini azaltmak birbiriyle baglantili konulardir ve büyük yatirimlar gerektirirler. Eger bu yatirim kararlari verimlilik maliyeti dogmasina tabi iseler, gerçeklestirilmeleri tasavvur bile edilemeyecek kadar olanaksizdirlar. Verimlilik maliyetine alternatif, ancak, toplumsal ve ekolojik gereksinmelere odaklanmis demokratik bir üretim plânlamasi olabilir. Bu çesit bir plânlamanin gerçeklesmesi de, yalnizca; mümkün oldugu kadar uzun bir süre fosil-yakitlarin kullanimina devam etmek isteyen, bunda israr eden, petrol, kömür, gaz, otomobil, petrokimyasallar, deniz ve hava araçlarinin yapimini elinde bulunduran tekellerin direnisinin kirilmasiyla olasidir. Kitabinizin odak noktasi iklim degisikligi. Bu degisikligi, siz, “iklimin devrilmesi” [basculement climatique] seklinde yorumluyorsunuz. “Devrilme” ile neyi kastediyorsunuz? Ve bunu niçin basit bir degisimden daha kaygilandirici buluyorsunuz? D.T: “Iklim degisiklikleri” (gerçekten de degisiklikleri demek istiyorum. Yâni çogul hali) ifadesi, geçmistekilere benzer iklim çesitlemelerinin tekrarlamasini animsatir. Simdi ile yüzyilin sonuna kadar geçecek birkaç on yil arasinda meydana gelecek iklim degisiklikleri, son Buzul Çagi’ndan bu yana geçen 20,000 yillik dönemdeki kadar bir degisiklik riski içeriyor. 65 milyon yil önce olusmus buzullarin erimesini engellemenin artik olasi olamayacagi bir “devrilme noktasi”ndan çok uzak olmadigimiz bir gerçek. Bu gerçegi; “devrilme” sözcügü “degisiklik” sözcügünden, itiraz kabul etmez bir sekilde daha dogru tarif ediyor! Olayin olus hizi önceden tahmin edilemiyor ve pek çok ekosistem için büyük bir tehdit olusturuyor çünkü bu ekosistemler olaya uyum saglamada yetersiz kalacak. Korkarim, bu yalnizca dogal ekosistemler için degil, insan tarafindan insa edilen diger bazi ekosistemler için de geçerli. Pakistan’da ne olduguna bir bakin: Ingiliz sömürgecinin, kendi emperyalist çikarlarina hizmet etmek üzere, barajlar ve kanallar insa ederek Indus nehrinin sularini yönetmek için kurdurdugu mekanizmalar genis bir sulama sistemini beslemektedir ve hiç beklenmeyen sellere neden olarak bölgeye zarar vermistir ve bölge için uygunsuz oldugunu kanitlamistir. Daha isinan iklim, muson rejiminin isleyisini bozmakta ve saganak yagislarin siddetini arttirdigindan, olusacak olan sel riskini de arttirmaktadir. Bu yarisin; kamu çalismalarinda uzmanlasmakta olan Dünya Bankasi ve büyük kapitalist gruplarin önerdigi gibi, mevcut altyapiyi güçlendirmek yoluyla kazanilabilecegini ummak fikri, bana hayal ürünü gibi geliyor. Kanallar açmak yerine, sömürge öncesi dönemdeki uygulamalara dönerek, su seviyelerinin esnek yönetimini geri getirmek daha akillica olur. International Rivers Network’ün (Uluslararasi Nehirler Agi) önerdigi de bu yönde: Olusan çökeltiyi sellerin temizlemesine izin verip nehir havzasinin kum veya çamurla dolmasini önleyerek deltanin (nehir agzinin) beslenmesini saglamak, bölgedeki ormanlarin yok edilme faaliyetlerini durdurmak ve sel baskinina yatkin bölgeleri islah etmek, vb. Fakat bu, 3,000 km’den daha fazla bir bölgenin; bölgesel yönetimini, tarim politikalarini, sehir politikalarini, enerji üretimini de içeren tüm mekanizmalarinin tamamiyla degistirilerek onariminin ve yeniden bakiminin yapilmasini gerektirir. Bu çesit bir yeniden bakim ise, toplumsal olarak, yirmi veya otuz yili alir (o da bu büyüklükte bir alanda, çalismalara hemen baslanirsa) ve de bölgeye yerlesik oligarsinin gücüne karsi, IMF ve Dünya Bankasi’nin borç araciligiyla dayattigi gelistirme programlarina meydan okumayi gerektirir. Bu borcun acil olarak iptal edilmesi gerekir. Iptal edilmezse yeniden yapilandirma çalismalari agir ipotek altina girer. Ülke büyük, bogucu bir baski altinda kalir ve bir taraftan da, küresel isinmanin az gelismisligin tüm mekanizmalarini birbirine bagladigi ve bunun tüm olumsuz etkilerini katlayarak çogalttigi, tarihte ilk defa görülecek olan, geriye dogru bir spiralin içine girme tehlikesi belirir. Toplumsal ve çevresel sorunlarin nasil iç içe geçtigini burada gayet açik görüyoruz. Gerçekte, iklimin devrilmesine karsi gelistirilecek mücadele, halkin gereksinimlerinin karsilanmasina yönelik baska bir gelisme modeline geçisi olasi kilan bir politika degisimini gerektirir. Bu yapilmazsa daha tahrip edici baska felâketler kaçinilmazdir ve kurbanlar da tabiî ki yoksullar olacaktir. Pakistan’daki bu trajedinin insanlik için ortaya çikardigi uyari bu sekildedir. Güney ülkelerinin gelismeleri sürecinde fosil-yakit kullanma asamasini “hemen terk ederek” dogrudan yenilenebilir enerji kullanim kademesine mi geçmeleri gerekir? Yenilenebilir enerjilerin (teknik ve miktar olarak) bunun için yeterli olmadigini ileri sürerek buna itiraz edenlere yanitiniz ne olacaktir? D.T: Onlara hatali olduklarini söylüyorum. Dünyanin yüzeyine ulasan günes enerjisi akiminin miktari, gezegenin enerji tüketim miktarinin 8-10 bin katina esit. Yenilenebilir enerjilerin teknik potansiyelinin (maliyeti hiç olmayan ve bilinen teknolojilerle uygulanabilir olan bu teorik potansiyelin miktarinin) dünya gereksiniminin 6 ilâ 18 katindan fazla oldugu tahmin edilmektedir. Surasi kesin ki, yenilenebilir enerjilerin gelisimi, enerji arastirmalari politikalarinda kesinlikle ilk sirayi aldigi takdirde ki simdi henüz bu konumda degildir, bu teknik potansiyel hizla artacaktir. Yenilenebilir enerjilere geçis, kuskusuz bir dizi karmasik teknik sorunlari beraberinde getirecektir ancak bunlari basa çikilamayacak sorunlar olarak görmek için hiçbir neden yoktur. Yenilenebilir enerjilere geçiste en büyük engeller politik olanlardir. Ilk olarak: Yenilenebilir enerjiler, hâlâ, fosil yakitlara göre daha pahali olma özelligini sürdürmektedir. Ikinci olarak: Yenilenebilir enerjilere geçis basitçe pompalanan enerjinin degistirilmesi demek degildir: Enerji sisteminin tümden degistirilmesini gerektirir. Bu ise muazzam yatirimlari gerektirir ve dönüsümün baslangicinda, dönüsümün kendisi de zorunlu olarak fazladan fosil-yakit tüketimi ve fazladan sera-gazi üretimine neden olur. Bu ilâve sera gazi salinimlarinin dengelenmesi gerekir ve bu yüzden, bir kere uygulamaya konuldugunda yeni ufuklar açacak olan yenilenebilir enerjiye geçisin olmazsa olmaz kosulu, basta toplam enerji tüketiminin azaltilmasi olmalidir. Tekrarliyorum: Kapitalist kâr ve büyüme unsurlarinin iç içe geçmis ikili engeline karsi mücadele etmekten baska olasi tatmin edici bir çözüm yolu yoktur. Bu da özellikle su anlama gelir: Kuzey ülkelerinin elinde ve denetiminde olan temiz enerji teknolojileri, yalnizca kamu sektörü tarafindan uygulanabilirlik ve yerli halk tarafindan kontrol edilmek sartiyla güney ülkelerine ücretsiz transfer edilmelidir. Ekososyalizm dediginiz bir toplumsal ekoloji savunuyorsunuz. Ekososyalist kimdir? Ve bir ekososyalisti “basit ve sade” bir ekolojist veya sosyalistten ayiran özellikler nelerdir? D.T: Bir ekososyalisti, ekolojistten ayiran özellik, onun, “ekolojik krizi”, genel olarak insanlik ve doga arasindaki iliskinin krizi olarak degil de, tarihî olarak belirlenmis üretim sekli ile çevresi arasindaki iliskinin krizi olarak, yâni son tahlilde, üretim seklinin kendi krizinin bir görünümü olarak tanimlamasidir. Diger bir deyisle, bir ekososyalist için, ekolojik kriz, gerçekte kapitalizmin krizine içerik bir görünümdür (ayni zamanda kapitalist üreticiligi taklit eden sözde “sosyalist” toplumlarin krizini de burada sayabiliriz). Buradan su sonuca varabiliriz, bir ekososyalist, çevre için girdigi mücadelede, daima toplumsal sorunla yâni sömürülen ve bastirilmis insanla, servetin yeniden dagilimi, is bulma v.d ile baglantilari olan taleplerde bulunur. Ancak bir ‘ekososyalist’in görüsü, “saf ve basit sosyalist”in görüsünden farklidir: Bir ekososyaliste göre, bugün geçerli olan tek anti-kapitalizm, ekosistemlerin dogal sinirlarini ve insanlarin islemlerini kisitlayici özelliklerini dikkate alan bir anti-kapitalizmdir. Bu görüsün birçok tezahürü vardir: Insanlarin temel gereksinimlerinin karsilandigi ve gerçek zenginligi serbest zaman ve toplumsal iliskilerin olusturdugu ve üreticiligin ve tüketicilikten uzaklasmis bir toplum düzeninin görüsü. Bu görüs ayni zamanda, teknolojilerin ve zararli üretimin reddine ve isçilerin dönüstürülmesine olan gereksinime de vurgu yapar. Demokratik olarak plânlanmis bir ekonomi çerçevesi içinde üretim ve dagitimin maksimum bir sekilde âdemi merkezîlestirilmesi, yerellestirilmesi de bu görüsün benimsedigi özelliklerdendir. Bana göre, vurgulanmasi gereken önemli bir nokta, tarimsal emegin verimliligindeki herhangi bir yükselisi, sosyalizme dogru atilmis bir adim olarak gören geleneksel sosyalist görüsün sorgulanmasi gerekirligidir. Benim görüsüme göre, bu kavramsallastirma, çevreye gittikçe artan oranda duymamiz gereken saygiya aykiridir. Gerçekte ekolojik olarak daha sürdürülebilir olan bir tarim ve ormancilik, daha fazla isçilik gerektirir, daha az degil. Örnegin, çaliliklari, koruluklari, agaçliklari, batakliklari yeniden-yaratmak, tarimsal ürünleri çesitlendirmek ve organik üretim yapmak için mücadele etmek, ekolojiyi sürdürme görevini üstlenmis toplumsal emek miktarinda artisi gerektirir. Bu, çapalamaya geri dönmeden, yüksek düzeyde bilimsel ve yüksek düzeyde teknik bir emek olabilir, ancak makinelestirilmesi çok kolay degildir. Bu yüzden, özellikle de ekosistemleri yakindan etkileyen ekonomik faaliyetlerin içine, bir “koruma” kültürünün (bu kavrami Isabelle Stengers’den ödünç aldim) nüfuz etmesi ve burada yayilmasi gerektigini düsünüyorum. Dogadan biz sorumluyuz. Bu bir bakima solun insan gereksinimleri, egitim gibi alanlarda uygulamada bulunma mantigini gelistirmek demektir. Hiçbir sosyalist, hemsirelerin yerini robotlarin almasi fikrini benimsemez. Hepimiz, hastalarin daha iyi bakilabilmesi için daha iyi ücret ödenen hemsirelere gereksinim duydugumuz gerçeginin bilincindeyizdir. Ayni sey, gerekli degisiklikler yapilmis olarak, çevre için de geçerlidir. Eger çevreye de daha özen gösterilmesi gerekecekse, daha fazla emege, akla, zekâya ve insan duyarliligina gereksinim vardir. “Saf ve basit sosyalist”in aksine, bir ekososyalist, onun için zor olsa da, acil önlemler almak gereksiniminden dolayi, bütün bu sorunlari devrim sonrasina ertelemek yerine, hepsini sömürülmüs ve bastirilmis insanlarin mücadeleleri içine simdiden dahil etmeye çalisir. Ben de dahil birçok kisi, iklim degisikligine karsi etkili bir mücadelenin, zorunlu olarak, üretici kapitalizmden kopmayi gerektirdigi yolunda bir fikre kapilmisiz. Bu etkili mücadeleyi saglamak için, sizin basvurdugunuz kisiler, ”sosyalist insan, ortak üreticiler” dediginiz kesimdir. Bunlar kimlerdir? Ve bunlarin yapabilecekleri seyler özellikle nelerdir? D.T: Marks’in, kitabimin özeti yerine geçecek bir sözünden bahsediyorsunuz: “Özgürlük… yalnizca toplumsallasmis insanda, yâni ortak üreticilerde vardir ve onlarin doga ile olan alisverisini (mübadelesini) akilci bir sekilde düzenler…” Marks’in düsüncesine göre, alisverisin akilci bir sekilde düzenlenmesi yalnizca kapitalizmin yok olmasi kosulu ile olasidir. Gerçekten de, kapitalizmin varligiyla, bir taraftan; herkesin herkesle mücadele ettigi bir ortam, sürekli olarak, üreticilerin ortak hareket etme girisimlerinin gerçeklesmesini temelden yok ederken; diger taraftan üreticilerin önemli bir bölümünün (ücretli emekçilerin) üretim araçlari üzerindeki hâkimiyetlerini ellerinden alir. Dogal kaynaklarin da dahil oldugu bu üretim araçlarina patronlar tarafindan el konulmustur. Her türlü karar alma mekanizmasi ve gücünden mahrum edilmis emekçilerin de, birakin çevreyle alisverisi akilci bir sekilde düzenleme olanaklarini, üretimle ilgili hiçbir seyi akilci bir sekilde düzenleme olanaklari olamaz ve yoktur da! Toplumsal varliklar olabilmeleri için, üreticiler, kendilerini sömürenlere karsi mücadelede bir araya gelmeye, birlesmeye baslamak zorundadirlar. Bu mücadelede, ilk olarak, üretim araçlarina kolektif bir sekilde el konulmasi ve dogal kaynaklardan ortak olarak yararlanma hakkinin kazanilmasi gereksinimi birincil önemdedir. Bunlar, doga ile uyumlu bir iliski için gerekli kosullardir fakat yeterli degildirler. Burada, somut faaliyette bulunma yolundaki sorunuza verilecek yanit, degisik üretici gruplarinin, insanlik ile doga arasindaki alisverisin nasil akilci bir sekilde düzenlenmesi gerektigini anladiklari veya anlamadiklarini incelemek yoluyla olasi olur. Simdiki duruma göre, en ileri pozisyondaki ekososyalist insan tipinin, yerli halklardan ve büyük tarim isletmelerine karsi harekete geçirilen küçük çiftçiler arasindan çikmasi çarpici bir olgudur. Bu tesadüfî degildir: Her iki topluluktaki üreticiler de, kendilerinin ortak mali olan üretim araçlari üzerindeki kontrollerini ya henüz tamamen yitirmemis ya da kismen yitirmis durumdadirlar. Bundan dolayi çevreyle olan alis verislerinin akilci düzenlenmesi için somut stratejiler getirme konumlarini henüz yitirmemislerdir. Yerli halklar ise, ormanla uyum içinde olan kapitalizm öncesindeki yasam tarzlarini korumak bakimindan, ilâve olarak iklimlerin bu haliyle korunmasi tartismasina taraf olmuslardir. Via Campesina köylü hareketi de, “köylüler iklimi nasil sogutacaklarini bilirler” temasi üzerine somut taleplerini içeren bir program gelistirmislerdir. Isçi hareketi ise, tam aksine, bu konuda geride kalmaktadir. Bu da, süphesiz, her bireysel isçinin, kendisini sömüren fabrikaya düzenlenecek herhangi bir müdahalenin yumusak yapilmasindan taraf olmasi gerçeginden ileri gelir. Çünkü isçi geçim kaynagini sürdürmek ister, onu kaybetmek istemez. Sonuç: Neoliberal saldiri karsisinda, isçi dayanismasindan ne kadar ödün verilip geriye çekilinirse, isçiler arasinda çevresel farkindalik gelistirmek o kadar zor olacaktir. Bu büyük bir problemdir. Çünkü isçi sinifindan; çevreyi kurtarmak için gereksinim duyulan kapitalizm-karsiti alternatif mücadelede, üretimdeki merkezî konumu nedeniyle, öncü rolü oynamasi istenmektedir. Yerli halklarin, köylü örgütlerinin ve gençligin, daha ve daha çok sendikayi, düzenledikleri iklim kampanyalari için yanlarina çekme çabalari vardir; bunu, sendikalarla artan isbirligi ve sendika üyeleriyle birebir iliski kurma yoluyla vb. ile gerçeklestirirler. Isçi hareketinin içinde ise görev, is bulma, alinan ücret ve çalisma kosullarinin iyilestirilmesinin yani sira sera gazi salinimlarini azaltma konularinda duyulan kaygilari içeren taleplerin yükseltilmesini tesvik etmektir. Bu bakimdan üzerinde durulan önemli bir konu, is görme hizinin kesinlikle düsürülmesi istemiyle beraber, ücretlerde herhangi bir kesinti olmadan is saatlerinde genel radikal bir azaltmaya gitmek gerekliligi ve ayni zamanda, bu azalmayi telafi etmek için, ek olarak, baska isçilerin ise alinmasi önerisidir. Ele alinmasi gereken diger bir konu da, isçilerin ve kullanicilarin (tüketicilerin) kontrolü altinda bulunan bir kamu sektörünün yaratilmasi ve yayginlastirilmasidir: Ücretsiz, kaliteli kamu tasimaciligi, kamunun sahibi oldugu enerji hizmetleri, kamuya ait bina izolasyonu ve onarim sirketleri olmasi vb. Ekososyalistler, bu gibi taleplerin ortaya atilmasini tesvik etme sürecinde rol alirlar. Insan merkezci bir döneme girdigimizi ve özellikle endüstri döneminin baslangicindan bu yana çigirindan çikan küresel isinmadan öncelikle insanin sorumlu oldugunu anlamayanlar tarafindan; L’impossible Capitalisme Vert adli çalismanizda yer alan konulardan dolayi yersiz bir alarm vermis olmakla suçlanmaktan, korkmuyor gibi görünüyorsunuz. Tipki “sürdürülebilir kalkinma” ve “çevre dostu” kavramlari gibi, Yesil Kapitalizm kavrami da, kapitalistlerin, çevre sorumlulugunu inkâr edip, “çevreyi kirletme yolundaki tüm eylemlerini, aksatmadan, önceden oldugu gibi devam ettirme” arzusunu yansitmiyor mu? Eger üretici kapitalizmi terk etmek zorundaysak, tüketiciler ve üreticiler olarak, ilk önce kendi davranislarimizi degistirmemiz gerekmez mi? D.T: Kitabimdaki niyetim alarm vermek degil. Bu kitapta, tamamen, küresel isinma ve olasi etkileri üzerine yapilmis bir çalismanin sonucunda varilan teshise ait IPCC raporlarina dayandim. Bu raporlar, emsal teskil edebilecek “kapsamli bir bilim çalismasinin” mükemmel bir özetiydi. Güncel kesifler söz konusu oldugunda, IPCC’nin biraz geride kaldigi dogru olabilir fakat bu, onun vardigi sonuçlari degistirmiyor. Gerçekte, konulari islerken, panige yol açacak ve abartili ifadeler kullanmaktan çekindim. Bu panik ve abarti, genellikle, gerçek tehditlerin ve gerçek sorumluluklarin üstünü örtme görevini görüyor. Iklimin devrilmesi, bizi, kolaylikla eskatolojiye (dünya ve hayatin sonuna dair ögreti—ç.n.) götürüyor. “Gezegenin tehlikede oldugunu”, “yasamin tehlikede oldugunu”, “insanligin tehlikede oldugunu” ve “fotosentezden sorumlu gökyüzünün basimizin üstüne düsecegini” ve bunun gibi fantezileri ileri süren gurular her yerde bolca bulunuyor. Bütün bunlar abartili. Gezegen’in korkacagi bir sey yok. Ve dünya üzerindeki yasam o kadar dayanikli ki, atom bombalari kullanilsa bile muhtemelen insanligin sonu gelmez. Bizim türümüze gelince, iklim degisikligi tek basina insan türünü tehlikeye atmaz. Iklim degisikliginin dayattigi tehlike, diger tehlikelerin yaninda daha sinirli kalir: Üç milyara yakin insan yasam kosullarindaki ciddî bozulmalardan dolayi risk altindadir ve yüz milyonlarca insanin (en yoksullar) yasami tehlike altindadir. Politika yapicilar bunu biliyorlar ve hiçbir sey yapmiyorlar çünkü bu onlara pahaliya patlar ve islerinin düzgün isleyisini sekteye ugratir. Iste çiplak gerçek budur! Genellikle felâketle ilgili konularin sözlü ve yazili olarak islenme süreci, buradaki mevcut potansiyel barbarizmi saklamaya, üstünü örtmeye hizmet eder ve özellikle suçluluk duygusu ile ilgili konulari belirsizlige sürükleyerek hafifletir: “Sorumluluk gibi seyler üzerinde durup da vakit kaybetmeyin”, “hepimiz suçluyuz”, “çaba sarf etmek için hepimizin birden ayni fikirde olmasi gerekiyor” vb.… Bu arada kulis faaliyetleriyle islerini yürüten enerji üreticileri, hiç duraksamadan, sessizce, üretimlerinde kömür ve petrol yakitlari kullanmayi sürdürürler. Sorunuzun ikinci kismini, yâni üreticiler ve tüketiciler olarak bizim, davranislarimizi degistirmemiz gerektigi ile ilgili bölümünü yanitlamaya gelince. Daha önce de söyledigim gibi, sunu belirtmekte yarar var ki, isçilerin, üretim davranislarini degistirme güçleri yoktur. Kim, nasil, neden, kimin için, ne miktarlarda ve hangi çevresel etkiler pahasina üretmektedir? Günlük yasamda bu sorulari yalnizca patronlarin yanitlama gücü vardir ve nihaî olarak bu yanitlar, kendi kârlari, çikarlari dogrultusundadir. Çalisanlar, islerin yönetiminde, yöneticilere karsi çikarak, kâr yapma disindaki kriterler kapsaminda nasil daha iyi performans gösterdiklerinin farkina varilmasi açisindan söz sahibi olabilirler. Isçilerin kontrolünün dinamigi iste budur ve ekososyalistler, çevre sorunlarini da kapsayacak sekilde bu eski talebi tekrar nasil gündeme getireceklerini düsünmek zorundadirlar. Tüketime gelince, bana göre, bireyler bazinda yapilacak degisikliklerle, ortak, toplu halde yapilacak degisiklikleri birbirinden ayirmak gerekir. Her sey hesaba katilarak denebilir ki, kuskusuz en iyi olani, uçakla seyahat eden bir kisiden CO2 salinimini bir sekilde telafi etmesidir. Ancak bu telafi masrafi, ona ucuz yoldan bir rahatlama kazandirir ve onu zorunlu yapisal degisiklikleri gerçeklestirmek üzere politik mücadeleye girmekten alikoyar. Bu çesit bir davranisi tesvik etmek, gerçekte, konunun üstünü “yesile boyayarak,” sahte bir “çevre dostu” kavramina uygun bir sekilde, her seyi “eskisi gibi sürdürmek” anlamina gelmektedir. Ortaklasa, toplu halde yapilacak degisiklikler ise tamamen farkli bir konuyu olusturur. Baska bir mantigi geçerli kilar. Pratik alternatiflerin kesfini gerektirir ve yapisal degisikliklerin gerekli oldugunu ve bu degisikliklere erismemizin, toplumsal faaliyetler yoluyla olasi oldugunun farkina varmamizi saglar. Gruplarin, organik ürünleri çiftçilerden toplu halde satin almalari ve sehirlerde ortak, topluca yapilacak organik bahçecilik gibi olasi degisiklikler tesvik edilmelidir. Iklim devrilmesine karsi mücadeleyi, bunun bize ödetecegi finansal ve toplumsal bedellere ragmen sürdürebilir miyiz? Baska bir üretim modeli gelistirerek tüm toplumu tehlikeye atma riskini göze almak için herhangi bir aciliyet söz konusu mu? Doga ve medeniyet arasinda baska bir seçenek var mi? D.T: Medeniyete karsi dogaya öncelik vermek üzere gelistirilen, baska bir iklim politikasinin, tüm toplumu tehlikeye atacagini söylemek, gerçegi bas asagi çevirmek anlamina gelir! Gerçekte, medeniyeti tehlikeye atan ve bizim ortak mirasimiz olan dogaya muazzam ve geri dönüsümü olmayan zararlar veren, simdiki mevcut politikadir. Bu politika, tümüyle, verim maliyeti doktrinine, dogmasina tâbidir ve ürettigi sey de ortada: neredeyse hiç bir sey. Çarpacagimiz duvara karsi dümdüz gitmekteyiz. Kuskusuz farkli bir politikada alinacak yeni önlemler için ödenecek bedeller önemsiz sayilamaz: Sera gazi salinimini azaltmak için uygulanacak olan esit degerdeki iki stratejiden, tüm diger kosullar ayni kalmak sartiyla, topluma en az bedel ödetecek olani seçmek tabiî ki daha mantikli olur. Ancak hepsinin temelinde de, bedel ödemekten daha farkli kriterleri, özellikle de kalite kriterlerine önem veren politikalari seçmek yatiyor. Teknik terimlerle ifade edilecek olursa, gerekli kriter, sistemik düzeyde enerji verimliligidir. Büyük Amerikali ekolojist Barry Commoner, yirmi yildan fazla bir süre önce, bu yeni çevre politikasinda gelismeler sagladi. Bir günes-enerjisi kullanan su isiticisiyla basitçe yapilacak olan bir seyi, yâni evlerdeki suyu isitmayi, binlerce kilometre öteden kömürü tasiyip getirerek elektrik üretmek, sonra da bu elektrigi yüzlerce kilometre tasidiktan sonra suyu isitmak termodinamik açisindan saçmaliktir, diyordu. Toplumsal bakimdan tercih edilecek kriter, halkin ve insanlarin sahip olacagi iyi yasam kosullarinin, özellikle de en yoksul olanlarin korunmasi olmalidir. Bugün bu kriter göz ardi edilmektedir; dolayisiyla diger ülkeler yaninda Pakistan’daki trajediler de. Son olarak, ekososyalist projenizin yakin gelecekte uygulanabilir oldugunu düsünüyor musunuz? D.T: Bu projenin uygulanabilirligi, tamamen, bir tarafinda kapitalizm, diger tarafinda sömürülenler ve baski altindakilerin bulundugu güç dengesine baglidir. Kendimizi kandirmayalim. Bu dengenin agir basan tarafi su anda kapitalizmdir. Olasi bir üçüncü yol yoktur: iklimi pazar mekanizmalariyla korumaya çalisma çabalari, sürekli, bu pazar mekanizmalari yapilarina içkin ekolojik yetersizlikleri ve toplumsal adaletsizligi açiga vurur. Direnisten baska yol yoktur. Yalnizca direnis güç dengesini degistirebilir ve dogru yolu gösteren kismî reformlari dayatabilir. Kopenhag ilk adimdi, ikincisi Cochabamba zirvesi oldu. Durmadan ilerleyelim, birleselim, faaliyete geçelim ve iklimi, toplumsal adaleti gözeterek korumak için, bir küresel hareket insa edelim. Bu, Yesil Kapitalizm hayali besleyenlerin sürekli içinde bulundugu lobicilik çabalarindan daha etkili olacaktir. 7 Ekim 2010 Daniel Tanuro’nun Ingilizce makaleleri asagidaki internet adresinden okunabilir: http://www.internationalviewpoint.org/spip.php?auteur54. [Bu söylesi Climaandcapitalism.com’daki Ingilizcesinden Hatice Aksoy tarafindan Sendika.Org için çevrilmistir] Haberi Ekleyen: Ali Dursun Bu haber 999 defa okunmuştur.
|
YAZARLAR
VİDEO GALERİ
GÖRELE ' DE HAVA DURUMUARŞİVLEN HABERLERArama |
|||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||