Karakter boyutu :
16 Ekim 2012, 17:24
Korkut Boratav: Seçimi geçiştirelim, sonrası Allah kerimKorkut Boratav ile röportaj
Korkut Boratav: Seçimi geçistirelim, sonrasi Allah kerim Prof.Dr Korkut Boratav ile hem Türkiye ekonomisinin güncel meselelerini hem de neoliberal dönüsümün tarihini konustuk. 12 Eylül’den sonra Türkiye kapitalizminin gelisimini üç döneme ayirarak ele alan Boratav dönüsümün tarihsel gelisimi açisindan bellegimizi tazeliyor. Boratav önümüzdeki üç yillik seçim sürecinde AKP’nin günü kurtarmaya odaklandigina isaret ediyor 2012 ikinci çeyrek sonuçlari itibariyle görüyoruz ki iç talep büyümezken Türkiye ekonomisi ihracata dayali bir büyüme performansi sergiliyor. 24 Ocak 1980 kararlari ile ekonomi disa açilmaya çalisilmisti. Geldigimiz nokta itibariyle hedeflenen ekonomik yapiya ulasildi mi sizce? Neoliberal dönüsüm Türkiye’ye özgü degildir. Üçüncü Dünya’da Latin Amerika’da bizden önce, hattaABD ve Avrupa’nin neoliberalizme geçmelerinden önce denenmis bir modeldir. Sili, Brezilya ve Arjantin’de askeri rejimler altinda uygulanmis bir dönüsümden bahsediyoruz. Türkiye, Latin Amerika’dan sonra bu modele geçen ilk ülkelerden birisi oldu. Dönüsümün ana özelligi, sermayenin tüm dünya üzerindeki sinirsiz tahakkümünü yeniden olusturma girisimi olmasidir. Çünkü daha önceki 30-35 yil, sermayenin tahakkümünü frenleyen ögelerin sisteme yerlestigi dönemdir. Bu frenler, sinif mücadelelerinin dünya çapinda elde ettigi sonuçlardir. Bahsettigimiz dönem yaklasik olarak Ikinci Dünya Savasi’ni izleyen 30-35 yillik süreci kapsar. “Kapitalizmin Atin Çagi” olarak da nitelendiren bu dönem, her topluma, inisli-çikisli dogrultuda, farkli biçim ve boyutlarda yansimistir. Türkiye de bu “Altin Çag”dan etkilenmis; 1960’i izleyen 20 yil boyunca, araya giren 12 Mart kesintisine ragmen, emek ile sermaye arasindaki iliskilerin adeta karsilikli bir uzlasma modelinde biçimlendigi bir dönemden geçmistir. Ben bu döneme “popülizm” diyorum. Yani, sermaye partileri iktidardadir. Ancak, seçmen olarak halk kitlelerine dayandiklari için bir yandan onlarin taleplerine duyarli olma zaruretini hissederler; bir yandan da bu kitlelerin sinifsal olarak siyasi örgütlenmelerini frenlemeye çalisirlar. Bu ödünü büyük ölçüde elde ederler; ama bunun karsiliginda da hem kentli-ücretli isçi sinifina hem de kalabalik köylülüge dönük paylasim düzenlemelerini müzakere konusu yaparlar. 12 Mart 1971 dönüsümünden sonraki asamada emekçi katmanlarin siyasette agirligi daha fazla hissedilir oldu. Çünkü CHP’nin içinde halk siniflarina yönelik bir politika kaymasi oldu ve CHP uzun yillardan sonra ilk defa 1973-1977 seçimlerinde ve ara seçimlerde birinci parti olarak sag partilerin önüne geçti. Bu sayede kendi solunun da gelismesine isteyerek veya istemeyerek yol açti. Darbeden sonra üç asamali dönüsüm 1980 bunun rövansidir. 24 Ocak kararlari eksikti; çünkü emegin kontrolü ögelerinden yoksundu. 12 Eylül bu eksikligi giderdi. Darbeyle gerçeklesen bu ilk eksen kaymasini üç asama izliyor. Bütün asamalarda sermayenin ana talepleri belirleyici oluyor. Birinci asama askeri rejim ve ANAP’in tek parti iktidari dönemidir. 1970’li yillarda emegin kazanimlari, bu dönemde fazlasiyla geri alinmistir. 1970’li yillarin sonu ile 1988 arasini karsilastiralim. Isçi sinifinin göreli durumunu reel ücretler ve ücret payi göstergeleri bakimindan izleyelim. Köylülügün göreli durumunu da tarimin ticaret hadleri ile (yani çiftçinin eline geçen fiyatlarla, ödedigi fiyatlar arasindaki makasin açilip açilmadigina bakarak) belirleyelim. Her iki gösterge de ortaya koymaktadir ki, emekçi siniflarin göreli durumlari, bu 8-9 yil içinde Cumhuriyet tarihinde hiçbir döneminde olmadigi boyutlarda çökmüstür. Bu birinci asamada bölüsüm iliskileri iç piyasa üzerinde kontrol saglanarak biçimlendirilmistir. Sikiyönetimli yillarin baskilari, yeni anayasa düzeni, onun türevi olan is yasalari ile sosyal güvenlik sistemindeki degisiklikler ve tarima dönük destekleme politikalarinin kisitlanmasi, bu kontrolü saglamistir. Bu model 1989 yilinda isçi sinifi tabanindan baslayan büyük bahar eylemleri dalgasi sonunda tökezledi ve tikandi. Yaklasik 4 yillik bir dönemde emekçi kesimlerin 8-9 yillik kayiplari geri alindi. Bu yeni problemi siyasi iktidarlarin ve sermayenin çözmesi gerekiyordu. Böylece neoliberal dönüsümün ikinci asamasina geçildi. Problemin çözümünü ilginç bir sekilde neoliberal modele bir adim daha açilma kolaylastirdi. 1989’da Türkiye ile dis dünya arasindaki sermaye hareketlerinin serbestlesmesi, emegin taleplerinin büyük ölçüde kamu kesiminin dis piyasalardan sagladigi borçlanma yoluyla karsilanmasini mümkün kildi. 1989-1993’te emegin kazanimlarinin yol açtigi talep patlamasi, öncelikle kamu kesimini büyük açiklara sürükledi ve bu açiklarin finansmani ana problem oldu. Çözüm, kamu kesimi açiklarinin dis tasarruflarla, dis borçlarla kapanmasi ile arandi. Bankalar disaridan borçlaniyor ve devlet borçlarini bu fonlarla satin aliyorlar. Böylece bütçe açigi, bankalar sisteminin dis borçlanmasi sayesinde kapatilmis oluyor. Bankalar ve rantiyeler de yüksek iç borç faizleriyle, dis borç faizleri arasindaki fark, ucuz tutulan döviz fiyatlariyla desteklendigi için yüksek kazançlar elde ediyorlar. Öte yandan emegin kazanimlarinin asindirilmasi da gerekiyordu. 1994 krizi bu problemi geçici olarak çözdü. 1994 krizinde, o yil için yapilan toplu sözlesmelerin uygulanmasi, Danistay karariyla bir yil ertelendi. Yüksek enflasyon ortaminda toplu sözlesmenin bir sonraki döneme tasinmasi, 1994’te ücretlerde esasli bir asinmaya yol açti. O yil, IMF ile imzalanan anlasma sadece bir yil kadar, 1995’e kadar sürdü. 1995’ten 1998’e kadar uzanan süre içinde, kriz öncesindeki modele, yani kamu açiklarinin dis açiklarla finansmanina dönüldü. Bu dönemdeki yüksek enflasyona uyum saglaniyor. Genellikle ücret ve maaslar enflasyona endeksleniyor. Tarima dönük taban fiyatlar, destekleme politikalari, su veya bu sekilde siyasi partiler arasinda pazarlik konusu yapilarak bir nevi “al gülüm ver gülüm” yaklasimi devam ediyor. Popülizm, 1980 öncesi dönemdeki gibi emekçi siniflarin ciddi aktörler olarak yer aldiklari bir düzenlemeye göre bir miktar bozularak, yozlasarak devam ediyor. Ancak sermaye sinifinda da ileriyi görememenin ve yüksek enflasyonun patlayip, kontrolden çikma endisesi de var. Yüksek enflasyon özellikle rantiyelere ve finans kapitale büyük kazanç sagliyor. Ancak kredi faizlerinin yüksekligi de üretken, yatirimci sermaye çevrelerini tedirgin ediyor. Dolayisiyla, bu modelin terk edilmesi; popülizmin son bulmasi yönünde baskilar olusuyor. 1998 sonunda IMF ile imzalanan bir yakin izleme anlasmasi ve 1999 yilindaki stand-by anlasmasi ile yeni asama (üçüncü asama) basliyor. Pes pese imzalanan, stand-by anlasmalari 2008’in Mayisina kadar sürüyor. Ve bu yeni asama önce koalisyonlar altinda; sonra da AKP hükümetleri tarafindan kesintisiz sürdürülüyor. Bu dönemin temel hedefi, bölüsüm alaninin ilke olarak piyasalara teslim edilmesidir. Bu hedef, “devlet ekonomiden elini çeksin” sloganiyla pazarlaniyor. Bu sloganla asil kastedilen, bölüsüme dönük popülist politikalarin terkedilmesidir. Yani sendikalara teslimiyet son bulacak; köylü taleplerinin piyasa disi olanaklarla karsilanmasindan vazgeçilecek; 1980 öncesinden devralinan ve 12 Eylül rejimine ragmen izleri tamamen silinememis olan sosyal devlet uygulamalarinin neoliberal modele uyarlanmasi saglanacaktir. Bölüsüm öncelikleri Dünya Bankasi’nin yapisal uyum programlariyla yürütülür ve makroekonomik politikalar da IMF tarafindan denetlenir. Enflasyon hedeflemesi esas alinir ve Merkez Bankasi’nin uzunca bir süre tek hedefi enflasyon olur. 1990’larin sonuna kadar uygulanan reel döviz kuru hedeflenmesi terk edilir. Serbest sermaye hareketleri de devam eder. Kamu kesimi açiklari, mali disiplin ve faiz disi fazla hedefleri ile adim adim indirilir; kontrol edilir; AB kriterlerine uygun hale getirilir. Buna mukabil özel sektör açigi tirmanir gider. Çünkü bu dönem, enflasyon hedeflemesinin gerektirdigi parasal daralma yüzünden kredi faizlerinin reel olarak yüksek oldugu ve sermaye hareketlerinin girisi sayesinde döviz fiyatlarinin düsük kaldigi bir ortamdir. Bu kosullar, iç piyasada çalisan sermaye gruplari için dis borçlanmanin çok çekici olmasina yol açar. Böylece bu dönemde özel kesimin açigi dis açiklara yol açar. Bir önceki dönemde dis kaynaklar (yani cari islem açigi) kamu açiklarinin; bu dönemde ise özel sektörün açiklarinin finansmanini saglamistir. Önceki dönemde, cari açik fazla degildir. Cari açigi fazlasiyla asan düzeyde yabanci sermaye girisi vardir. Aradaki fark, yerli sermayenin dis dünyaya tasmasina ve rezerv birikimine tahsis edilir. 1994 devalüasyonundan sonra, 1995 ile 1998 arasinda döviz kuru kontrol edildigi için, özellikle üçüncü ülkelere karsi AB Gümrük Birligi rejimini uygulama yükümlülügü dis ticaret açigini henüz fazla pompalamaz. 2001 krizinin yol açtigi devalüasyon ise bir yandan sermaye girisleri nedeniyle; bir yandan da Merkez Bankasi enflasyon hedeflemesine geçerek döviz kurunu denetleme önceligini terk ettigi için hizla asinir. Böylece dis açik, sonraki yillarda kronikleserek hizla artar. Bu dönemde dünyada ABD, Ingiltere, Ispanya gibi yüksek dis açik veren Bati ülkelerinden sonra en fazla cari açik veren ülke Türkiye olmustur. Özel sektör açiklarinin finansmanini üstlenen IMF programinin ilk meyvesi 2001 krizi ile alinir. IMF yönetimi altinda kriz, çok ciddi bir halk tepkisi yaratir. Bu halk tepkisinin nemasini da AKP toplamistir. Bu noktada sermaye 2001 krizini firsata çevirdi diyebilir miyiz? Kesinlikle söyleyebiliriz. Ilk olarak, neoliberal düzenin kalici olarak yerlesmesine vesile olmustur. Ayni tarihlerde krize giren Arjantin, Türkiye’den farkli bir model uygulayarak dis borçlari reddetmis; IMF ile anlasma yapmadan ve sola yaslanan bir siyasetle bunalimla cebellesmistir. Bizde ise Kemal Dervis ithal edildi ve IMF’nin acimasiz krizle mücadele programi uygulamaya konuldu. Bu uygulama da 2002 seçimlerine yansidi. Krizin sosyal etkilerinin en agir oldugu dönemde yapilan seçim AKP’yi iktidara getirdi. AKP’li yillarda sermaye, tek parti iktidari nedeniyle rahatladi. IMF programi ve yapisal uyum reformlari kesintisiz sürdürüldü. Tarim kesiminin büyük ölçüde piyasaya teslimiyeti, egitim ve sagligin adim adim ticarilesmesi, sosyal güvenligin yine adim adim Dünya Bankasi reçetelerine göre olusturulmasi, isgücü piyasasinin esnekliginin adim adim artirilmasi gerçeklesti. AKP döneminde sermaye ile iliskilerinde gel-gitler oldugu görüsüne ne dersiniz? TUSIAD Baskanlarinin sizlanmalarina ragmen sermaye AKP’ye kesin ve tam destegini vermistir. Bunun ana göstergelerinden birisi borsadir. Borsa sermayenin kolektif iradesini gösterir. Seçim, referandum, ABD’nin talepleriyle ilgili belirsizliklerin oldugu tüm süreçlerde AKP’nin basarilari borsadaki yükselisleriyle çakismistir. Borsa endeksini bir basari göstergesi olarak Basbakan zaten sürekli kullaniyor Anayasa referandumuna “evet” diyen is dünyasinin listesini yaptigimizda, büyük sermayenin liderlerinin ezici çogunlugunun evet oyu verdigini görüyoruz. AKP politikalarinin sermayenin genel çikarlari lehine olduguna hiç süphe yok. Temel mesele olan emek ve sermaye arasindaki problemlerde sermaye lehine kesin tavir almistir. Öte yandan, AKP’nin is çevreleriyle iliskilerinin kendine has özellikleri de vardir. Sermaye çevrelerinin iç paylasim gerilimlerini oldugu her konjonktürde manivelalari kontrol etmeye büyük önem vermistir. Yani “ihsan dagitici ve cezalandirici” yöntemlerin ustasi olmustur. Bu tabii tek tek sermaye gruplarini, örnegin Koç’u ya da Aydin Dogan’i tedirgin etmistir. Temel kazanimlar sermaye açisindan daha önemli, belirleyici oldugu için, sözü geçen ayrimci uygulamalarin yarattigi sikintilar sineye çekilir. Sermaye ile kurulan bu iliski çesitlenmesi, sadece içeriye karsi degil, dis sermaye için de geçerlidir. Yani, Arap ve Islam dünyasindan gelen kaynak akimlarina karsi gösterdigi ayricaliklari, Bati sermayesinden herkese karsi açmamistir. Bu uygulamalardan su sonuç çikiyor ki neoliberal dönem, siyasi iktidarlarin rant dagitma, ihya etme ya da cezalandirma araçlarini ortadan kaldirmaz; bilakis bunlari gelistirir ve çesitlendirir. AKP’nin sermaye ile iliskilerinden süregelen krize dönersek; geçen hafta Amerikan Merkez Bankasi (FED)’in açikladigi aylik 40 milyar dolarlik tahvil alim karari halkin ekonomisini nasil etkiler? Gördük ki borsalar, ekonomik haber sunuculari memnuniyetle karsiladilar. Krize çözüm olarak uygulanan bu kararlar, finans-kapitalin hegemonyasinin belgelenmesidir. Hem Ingiltere ve Almanya’nin liderliginde Avrupa siyasileri, hem de ABD Kongresi, bütçe açiklarinin daraltilmasi ve iç borçlarin eritilmesi politikalarinda hemfikirdir. Kriz ortaminda bütçe açiklarinin artmasina yol açan mali politikalar yerine parasal genislemenin uygulanmasi, finans kapitalin gözetilip, Amerika ve Avrupa emekçilerinin göz ardi edilmesi anlamina gelir. Her parasal genisleme belli ölçülerde finansal sisteme kurtarma operasyonlari getiriyor. Mesela son yapilan aylik 40 milyar dolarlik ipotege dayali menkul kiymet alimi karari, degeri düsmüs, belki de batik tahvillerin elden çikarilmasina, degerlenmesine imkân veriyor. Bu adimin ipotek ve kredi karti faizlerini asagi çekerek tüketicilerin borçlarini hafifletmeyi hedefledigi de ileri sürülüyor. Ne var ki, simdiye kadar yapilan tüm parasal genisleme furyalarina ragmen, ABD’de su anda kredi karti faizlerinin yüzde 12’lerin altina düsmedigi söyleniyor. Hâlbuki Merkez Bankasinin uyguladigi faiz sifira yakin. Yani parasal genislemeler kredi karti faizlerini asagiya çekmiyor. Bankalar sistemi kâr marjlarini korumada israr ediyorlar. Peki, bu parasal genisleme kararlarinin alinmas¬iyla ne oluyor? Sorunlar çözülüyor mu? Bir kere çürük menkul varliklari tutanlara ve bu arada riskli bankalara yeniden likidite saglaniyor ve bunlar ihya ediliyor. Bu parasal genislemeye ragmen bankalar ellerindeki likiditeyi krediye dönüstürmüyorlar. Avrupa iki, ABD ise üç furyada parasal genisleme yapmasina ragmen toplam talep kisitli kaliyor. Avrupa hâlâ daraliyor. ABD’de ise büyüme yüzde 2’nin altinda seyrediyor. Ucuz likidite, getirisi daha yüksek alanlara akmaya basliyor. Finans çevrelerinin gözde terminolojisi ile “risk istahi” artiyor ve bu istah bizim gibi çevre ülkelere tasiyor. Önceki dönemlerde de böyle oldu. Örnegin, uluslararasi krizin ilk dalgasi çevre ülkelerinde 2008’in sonlarinda hissedilir; sermaye kaçislari 2009’da hizlanir; Türkiye gibi kirilgan ekonomiler küçülür. Ayni dönemde FED parasal pompalamaya baslar ve bu fonlar, birkaç ay arayla çevre ülkelerine (bu arada Türkiye’ye) kayar. Çevre ekonomilerine akan sicak para, eger bu ekonomiler dengede ise, yani dis açik vermiyor ise bas agrisi yaratir. Sermaye girisleri dövizi ucuzlatir; iç talebi pompalar; rekabet gücü asindigi için ithalati artirir; cari fazlalarin asinmasina, bazi ülkelerde dis açiklarin olusmasina neden olur. Brezilya böyle bir ülke oldugu için, ABD’de parasal genisleme baslayinca hep aglasmistir; hatta “kur savaslari” terimini Brezilya Maliye Bakani gündeme sokmustur. Döviz kurunu kontrol edebilen Çin gibi ülkeler, bu ortamdan yararlanirlar. Bu politikalarin Türkiye’ye etkileri nelerdir? Türkiye’de ise zaten dis açik oldugu; krize ragmen kapatilamadigi için parasal genisleme dis finansman darbogazinin asilmasina katki yapiyor. Dis açik sorunu Türkiye’de zaman içinde agirlasmistir. 1990’larda Türkiye yüzde 8-9 büyürken yüzde 2’ler seviyesinde cari açik veriyor. 2000’ler sonrasinda dis açiktaki yükselme egilimi, son krizden sonra iyice artiyor. Yüzde 8,5 büyüdügümüz 2011’de milli gelirin yüzde 10’una ulasan cari açik veriliyor. AKP günü kurtariyor, seçim kazaniyor ama yapisal problemler sürekli erteleniyor. “Para gelsin iyi, ama bu açik ne olacak? Cari açigi vermek iyi mi kötü mü?” sorulari bir türlü dogru dürüst yanitlanamiyor. Cevap olarak önce, “finansmani karsilandigi sürece problem yoktur”; sonra da “finansmanin kaliteli olup olmadigina bakalim” deniyordu. Daha sonralari, “cari açiga karsi tedbir aliyoruz” açiklamalari yapiliyordu. Son dönemde cari açik azaliyor, baktigimiz zaman tek nedenin büyüme hizinin düsmesi oldugu ortaya çikiyor. Bunun adina “yumusak inis” deniliyor. Büyüme hizinin düsüsü neden “yumusak” olarak nitelendiriliyor? Önceki iki yilda hizli büyüdügümüz için, bu yavaslamaya “yumusak” deniliyor. AKP ekonominin temel sorunlarini hiçbir sekilde gögüslemeden, daima yeni bir finansal genisleme beklentisiyle “komsuda pisen bize de düssün” anlayisina teslim oluyor. Ancak komsuda bayat balik pisiyorsa, zehirlenmek de söz konusu olabilir. Avro Bölgesi’nde belirsizliklerin arttigi zaman, Ali Babacan çikip “disarida firtina var, bizim hafif geçistirmemiz lazim” açiklamasi yapiyor. Merkez Bankasi Baskani, önce, “döviz fiyatlarinda bir tirmanma oldugunda, rezervleri kullanirim” demeye getiriyor. AB iki furya parasal genisleme karari alinca önceki söylemini degistiriyor; “bu sene Türk lirasi dolari yenecek” açiklamasini yapiyor. Demek ki, AB’de genisleyen likiditenin krediye dönüsmemesi, çevre ekonomilerine tasmasi umuyor. Türkiye’de döviz fiyatlarinin artmasini önleyecegimizi belirttigimiz için, Avrupa’daki likidite fazlasinin bir bölümü, yüzde 8’lik 9’luk hazine bonolarimiza gelecek. Giren döviz iç piyasalari, talebi destekleyecek; ekonomideki durgunluk son bulacak; yerel seçimlere kadar durumu idare edecegiz. Hükümetin ve Merkez Bankasi’nin yaklasimlari böylece özetlenebilir. Merkez Bankasi politikalarindaki tek degisme, Bati Merkez Bankalari’ndaki degismelere de ayak uydurarak, enflasyon hedeflemesine ek olarak finansal istikrari para politikasinin amaçlarina eklemesi oldu. Bu, finansal bunalimlara, öncelikle bankalarin çökme riskine karsi yeni bir duyarliligin olusmasi anlamina gelir. Bizde, döviz fiyatlarindaki hizli, kontrolsüz artislar, yüksek döviz borçlusu banka ve sirketleri tehdit edecegi için, Merkez Bankasi’nin zaman zaman (örnegin 2011 sonlarinda yaptigi gibi) rezervleri harcayarak döviz fiyatlarini frenlemesi, bu çerçevede bir davranistir. Ancak bu yaklasim, 1995-1998’de oldugu gibi rekabet gücünü gözeten (yani dövizin asiri ucuzlamasini önleyen) reel döviz kuru hedeflemesi degildir. Tam aksine, dövizlerin pahalilasmasini frenleyerek sicak parayi çekme yaklasimidir. Ve finans kapitale çagri çikararak, üretken kesimlerin, sanayinin, ihracatçilarin rekabet gücünün asinmasi anlamina gelir. Bu yeni yaklasim, enflasyon hedeflemesiyle birlikte; ona ek olarak uygulanmaya çalisiliyor. Peki, enflasyonun yüzde 2 ya da 5 olmasinin emek açisindan anlami ne? Yüzde 2, yüzde 6 ya da yüzde 10 enflasyon arasindaki tartismanin, eger çesitli gruplarin reel gelirlerini savunma mekanizmalari olusmussa, toplum refahiyla ilgili hiçbir ilgisi yoktur. 1989 sonrasinda yüzde 50’yi asan enflasyon dönemlerinde emegin göreli durumunun korundugu asamalardan geçtik. Dolayisiyla hem enflasyonun hem de kamu dengesinin toplum refahiyla dogrudan ilgisi yoktur. Bilakis kamu açiklari artiyor, azaliyor söylemleri asil problemin göz ardi edilmesine neden oluyor. AKP ekonomi politikasinin odagina kamu bütçesinin denkligini koyarken, elestirilerini sürekli kamu bütçesinin durumundan ya da enflasyonun artip azalmasindan hareketle yapan iktisatçilar AKP’nin tuzagina mi düsüyor? Bu egemen iktisat dilinin Türkiye’ye tasinmis biçimidir. Ama egemen iktisat dilinin içinde bile bu söyleme kafa tutmaya baslayan insanlar vardir. IMF’nin bas iktisatçisi Blanchard, Fransiz meslektasinin IMF direktörü oldugu dönemde açikça söyledi; “enflasyon hedeflemesini bu kadar dar bir makasa sigdirmanin anlami yok, yükseltilebilir” dedi. Geçenlerde Paul Krugman (Nobel Iktisat Ödülü Sahibi) da söyledi; “enflasyon hedefini biraz yükselterek, borç yükünü hafifletmek mesru bir politikadir” dedi. Aykiri sesler var ama egemen söylem hâlâ ayni; “düsük enflasyon ve mali disiplin.” Bu finans-kapitalin temel söylemidir. Yani emperyalist sistemde finansin egemenliginin iktisat diline tasinmis hali. Son büyüme sonuçlarini ve artan bütçe açigini nasil degerlendirmeliyiz “Keske bütçe daha fazla bozulsa” diyecegiz. Bütçe açiginin artmasi, ekonominin genislemesine yol açiyorsa savunulmali. 2011’in ilk alti ayinda büyümenin sifira inmemesini saglayan ana ögelerden biri kamunun cari harcamalarinda belli bir artisin olmasidir. Bunu, Mustafa Sönmez arkadasimiz memurlarin maaslarindaki artistan ziyade kadro doldurmaya bagliyor. AKP kadrolasiyor, eski çalisanlari atamadigi için bütçeyi gevsetiyor. Öte yandan, bütçe açigini kapatmak için, adaletsiz vergi sisteminin kullanarak, tüketim mallarinda, petrolde, dogal gazda, elektrikte vergileri, fiyatlari artirma yolunu izliyor. Türkiye’de kamu harcamalarinin artmasi, sosyal devlet kurumlarindaki kayiplarin telafisi için gereklidir. Buna karsilik bütçe açiklarinin emniyet, polis ve Suriye’deki isyancilara destek harcamalari nedeniyle artmasina karsi çikmamiz gerekir. Vergi sisteminin dolaysiz vergileri yukari çekerek, yeniden müterakki, artan oranli yapisina yaklastirarak degismesi gereklidir. Maliye sisteminin bu temel ögelerini dislayarak sadece bütçe açiklari ve iç borç yükü üzerinde bir tartismaya girmek istemiyorum. 2012’nin ilk alti ayindaki milli gelir hareketlerine baktigimizda, iç talep daraliyor; ihracat artisi ve ithalattaki daralma ile telafi ediliyor. Milli gelirdeki yüzde 3,1’lik artisin 0,5’lik ögesi hayali altin ihracatindan kaynaklaniyor. Onu düsersek, yüzde 2,6’lik bir büyüme saglaniyor. Dis kaynak girislerinin daralmasi büyümeyi asagiya çekiyor; ancak simdilik küçülmeye, krize yol açmiyor. Ekonomide önümüzdeki dönem için neler bekleyebiliriz? Türkiye ekonomisi 1980’dan beri ortalama yüzde 4–4,5 civarinda bir potansiyel büyüme hizinin sinirlari içinde kaliyor. Dis kaynak girisleri, bu esigi asan siçramalara yol açiyor; ancak, ithalattaki ve dis açiklardaki tirmanma, bu ivmeyi frenliyor. Bu yalpalama içinde ekonominin hiçbir uzun vadeli problemi çözülmüyor, bütün mesele günü gün edelim ve önümüzdeki seçimleri geçistirelim. Daha önce açikladim; bugünlerde de ayni perspektif geçerli: “Erken yerel seçimler, hizli para girisleriyle geçistirilsin, sonrasi Allah kerim...” ILERICI IKTISATÇILAR ÜZERINE 1985 yilinda Zimbabwe Üniversite’sinde yaptiginiz bir konusmada “ilerici iktisatçi” taniminiz vardi. Üç ana konudaki bakis açilarina göre yani bölüsüm iliskileri, dis ekonomik baglantilar ve üretim güçlerinin gelisimi degerlendirmistiniz. Bu çerçevede düsünürsek, iktisada giris asamasinda ilerici diyebilecegimiz düsüncelere sahip genç iktisatçilarin zamanla egemen iktisat diline kaydigi yönünde gözleminiz var mi? Var tabii, bu söylediginiz kriterlerden üçüncüsünün, “büyüme; yani üretim güçlerinin gelistirilmesi” önceliginin, Zimbabwe’de yani Afrika’daki bir Üçüncü Dünya ülkesinde söylendigini dikkate alalim. Bu çerçeve içinde her üç kriterin de ilerici iktisatçilar için geçerli oldugunu düsünüyorum. Ama biraz daraltarak, “sosyalist iktisatçi” olarak bakarsak, bu öncelikleri biraz daha açmak lazim. Bölüsüm önceligi, emekten yana (olumsuz ifadeyle sermayenin tahakkümüne karsi) tavir almak olarak tasir. Bagimsizlik önceligi de, emperyalizme dayanan bir kapitalist dünya içinde yasadigimiza göre, sistemin sömürdügü, ezdigi, bagimli kildigi mazlum halklardan, “ülkeler”den yana; emperyalizmin hegemonik güçlerine, metropollere ve onlari temsil eden sermaye ögelerinin (örnegin finans kapitalin) sinirsiz tahakkümüne karsi tavir almak anlamina gelir. Enternasyonalist bir çerçevede, bu yaklasimi, mazlum halklarin emperyalizmin hegemonyasina karsi dayanismasi olarak yorumlayabiliriz. Ancak daha tartismali bir yorum da söz konusu olabilir: Ülke ekonomisinin bagimsizligi, yani emperyalizme karsi ayakta durmasini, direnmesini de savunmamiz söz konusu olabilir. Enternasyonalist bir dünyada yasiyor olsaydik birinci söylem egemen olurdu, ama Üçüncü Dünya’nin daginik ortaminda konusuyorsak, enternasyonalizm özlemini koruyalim; kendi ülkemizin sinirlari içinde kalarak da emperyalizmin hegemonik programina karsi duyarli olalim. Egemen iktisat söylemi bu yaklasimla çatisma içindedir. Solcu genç iktisatçilarimiz, akreditasyon gerekleri nedeniyle ve lisansüstü ögrenim için yurt disina gitmeleri söz konusu oldugunda, büyük ölçüde egemen iktisat dilini sineye çekmek zorunda kaliyorlar. Aykiri düsünen ögretim üyeleri bile, ister istemez, bu gereksinimleri dikkate aliyorlar. Bunun degistirilmesinin mücadelesi var. Sayilari on bine ulasan muhalif iktisatçilar, bir Dünya Iktisatçilar Birligi kurdular. Hepsi ana akim neo-klasik iktisatla kavgali insanlardan olusuyor. Neo-klasik iktisat, sermayenin ana iktisat ögretisidir. Bununla kavgali olmak henüz Bati’daki iktisat programlarin degismesine yol açmiyor. Bati’daki kriz ortaminda izlenen politikalara en elestirel yaklasan iki Nobel ödüllü iktisatçi Stiglitz ve Krugman bile, neo-klasik iktisadin özüne yönelik saldirilar geldigi zaman birden bire kirpilesiyor; dikenlerini çikariyorlar. Boratav: “Marksist akim ayakta kalmistir” 1968 yilindaki ögrenci ayaklanmalari, iktisat programlarina da tasindi. Muhalif söylem lisans programlarina girer; lisansüstü ögretime tasinir. Programlardaki degisim tarihindeki ögrencilerin, akademik meslege girerek, hoca olmalari; yeni ve elestirel yaklasimlari kendi ögrencilerine tasimaya baslamalari 12–13 yil alir. 1968’e 12 yil eklersek, 1980’de, yani neoliberal karsi devrimin basladigi yilda solcu iktisatçilar ögretilerini yeni kusaklara tasimak için hazirdirlar. Ne var ki, tam da o tarihte, neoliberal karsi devrim bu kadrolarin önünü tikar; yetisen kusagin hizla tasfiyesi baslar. Su anda muhalefet bayragini neo-klasik iktisada da meydan okuyarak kaldiran az sayida iktisatçi, o dönem yetisen radikal kusagin ayakta kalanlarindan olusuyor. Marksist akim kendisine karsi uygulanan olaganüstü tecride ragmen ayakta kalmistir. Marksizm’in çekirdegi ve analiz araçlari o kadar güçlüdür ki, bu handikaplara ragmen örnegin son krizle ilgili en ciddi katki, elestiri ve degerlendirmeler bir avuç insandan olusan bu ekipten gelmistir. Son dönemde bir çok iktisatçi bir araya gelip bildiriler yayinliyorlar; Bu bildirilerde de dönüp dolasip Keynesyen politikalari ve düzen içi arayislari öne çikariyorlar. Bu noktada, arayislarin düzen içi kalmasi, 1980 dönüsümü sirasinda Thatcher’in söyledigi “Baska Alternatif Yok” sloganinin egemenligini sürdürmesi anlamina mi geliyor? Devrimci bir pozisyon olmayinca düzen içi çözüm ariyorsun. Zaten Keynes’in parlak fakat tutucu bir burjuva iktisatçisi oldugunu biliyoruz. Parlakligini surada görüyorsun: finans-kapitalden nefret ediyor, bunu bir parazit öge olarak görüyor. Yatirimci ve üretken sermayenin sözcüsü adeta. Keynes’in bir sözü vardir; siniflar arasi bir savasin barikatlari kurulursa elbette burjuvazinin saflarinda yer alacagini açikça ifade eder. Ama Keynes’in sola açilan takipçileri de vardir. Keynes kuramini ayni tarihlerde, ancak ondan bagimsiz olarak kesfeden Kalecky kendisini Marksist olarak da görür, sinif analizine önem verir. Sistem karsiti analizlerin temeli Marksizm’dedir. Ama Marksizm, çagindaki bütün elestirel düsünce akimlariyla iletisim içinde olarak gelismistir. Bir yandan Bati’da Marksizm’e karsi uygulanan agir izolasyon nedeniyle, bir yandan da Sovyet Marksizm’inin dogmatik ve ölü karakteri nedeniyle bu parlak gelenegi günümüze tasiyan insanlarin sayisi çok azdir. O yüzden, bu akimin takipçileri bütün elestirel akimlarla fikir alisverisinde olacak; ama kendi ögretilerinin özünü, çekirdegini koruyarak... Egemen iktisat söylemi, yakin bir gelecekte de iktisat egitimini biçimlendirmeye devam edecektir. Bu ortamda, elestirel, devrimci sosyal bilim ve politik iktisat disiplinlerinin gelismesine da olabildigince önem vermek; katki yapmak öncelik tasiyor. Sermayenin sinirsiz tahakkümü, akademi dünyasina da damgasini vurmaktadir. Buna temelden karsi çikmak da devrimci bir mücadeledir. Söylesi: Engin Duran/Sendika.Org
Haberi Ekleyen: Ali Dursun Bu haber 1411 defa okunmuştur.
|
YAZARLAR
VİDEO GALERİ
GÖRELE ' DE HAVA DURUMUARŞİVLEN HABERLERArama |
|||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||