Karakter boyutu :
24 A?ustos 2012, 15:22
Toprak Dedemiz ile yapılmış sıcacık bir sohbetZengindik ama halkın yediğinden fazla yiyemez,giydiğinden fazla giyemezdik!
Toprak Dedemiz ile yapilmis sicacik bir sohbet Bayilacaksiniz: Mine Senocakli'nin kaleminden Toprak Dedemiz ile yapilmis sicacik bir sohbetMine Senocakli Zengindik ama halkin yediginden fazla yiyemez,giydiginden fazla giyemezdik! Bu Bandirma’dan bir insanlik öyküsü... Unuttugumuz, unuttugumuz için de zenginlestikçe ruhumuzu fakirlestiren... Erozyonun büyügü bu iste! Ruhu bitince insanin, onu besleyen Toprak Ana’yi da bitiriyor ruhsuzca! Bandirma’nin en zengin ailelerinden birine mensup Hayrettin Karaca’nin anilari, kosa kosa sona giden bir dünyaya çözüm getirecek bilgeligi barindiriyor içinde... “Zengindik biz ama halkin yediginden fazla yiyemez, giydiginden fazla giyemezdik. Çünkü param var ama fazlasini almaya hakkim yok! Çocuklugum boyunca yalin ayak dolastim. Çünkü mahalledeki diger çocuklarin ayakkabilari yoktu. Bayramlarda giyerdim bir tek, onlar da giyiyor diye... Ama aksami zor ederdim. Çünkü ayakkabilar isirirdi, alti nasir dolu ayaklarimi... Komsu anneye her gün yemek götürürdüm ama kimse bilmezdi. Iste kültür bu, zenginlik bu, dünyayi kurtaracak olan da bu... ” Bayramda ‘tatli yiyelim tatli konusalim’ istedim... Zaten ögrenmistim ki, kilolarca dondurma verseniz, tatli tatli yiyecek. Yalova’daki Türkiye’nin ilk özel arboretumundaki agaçlarla sarmalanmis o güzelim eve giderken yanimizda 1 kilo dondurma da vardi. Sebebi ziyaretimiz TEMA’yi, aslinda gelecegimizi konusmakti. Küresel iklim krizini, Anadolu’daki çöllesmeyi... Ama dedik ya elimizde dondurma tatli yiyecegiz, tatli konusacagiz. Önce dondurmayla tatlandirdik ki agzimizi, bugünün aci gerçekleri biraz kolay yutulur olsun! Yetmedi, bayram ya, gelecegimizi konusmak yerine tatli geçmisi konusuyor bulduk kendimizi. Hem de tam alti saat! Geçmis bayramlari, geleneklerimizi, unuttugumuz insaniyetimizi bir de ondan dinledik. 90 yillik bir hikâye olunca anlatilan, tabii ki sürer alti saat... Üstelik de anlatan, bir meddah kadar ustalikla konusan, her seyini topraga adayacak kadar bilge bir insan olunca; bir asra 10 kala, bir yasayan tarih Hayrettin Karaca ile yaptigimiz sohbet, sanki kaybedilmis güzel günlere bir zaman yolculugu gibiydi. Gönül ister ki kaybedilmis degil, sadece unutulmus olsun ve biz tekrar hatirlayabilelim tipki onun gibi... Karni aç olani doyurabilirsiniz ama gözü aç olan doymuyor! Geçmis bayramlardan, ta 1920’lerden basladi anlatmaya... Bandirma’da, babasinin kurdugu konfeksiyon imalathanesindeki günlere gittik. Bandirma’nin zenginlerinden bir çocuk geldi, ayakkabisiz, yalin ayak dolasmaktan nasir tutmus küçük ayaklari! Yoksulluk degil sebep, hani simdi agizlara sakiz, içi bos ‘empati’nin bu topraktaki dili; insaniyet! Eger yoksa Bandirmali çocuklarin ayaginda ayakkabi, en zenginin çocugu da yalin ayak gezmeli! Hiç gocunmamis, hatta öyle bir alismis ki, her çocuk gibi sadece bayramlarda giydiginde ayakkabiyi, ne hissettigini çocukça tekrarliyor; “Ayagimi isirirdi ayakkabi, nasirlar yüzünden! Aksami zor ederdim...” Sözleri bilgece geliyorsa size duydugunuzda, bilin ki bu çocukluktan ögrendiklerinden, annesinden, babasindan, ninesinden, dedesinden, komsularindan! O mahalledeki yoksul komsu anneye, Allah’in her günü gizleye gizleye götürdügü yemekleri tasirken ve geri gelirken, bos dönmez diye o kaba konan tek bir yumurtayi getirirken eve, bazen sadece iki erigi, ögrenilmis bir bilgelik bu. Iste bunu yasamadan çikti mi agzinizdan, “Komsusu aç yatanin yedigi helal degildir” sözü, pek bir sakil duruyor. Bugün davul çalar gibi bagira çagira verilen yardimlari, satafatli otel iftarlarini yapanlarin agzindan çikanlar gibi! Oysa Hayrettin Karaca’nin agzina pek yakisiyor, devamindaki sözleri de; “Bu dünyanin yarisinin karni aç, yarisinin gözü aç!” Hâlâ son nefesini vermek üzereyken bile bizi doyuran Toprak Ana’ya olan sevgisi de bu yüzden. Onu öldürenlere açtigi savas da... “Karni aç olani doyurabilirsiniz, ama gözü aç olan doymuyor” derken kastettigi global sirketlerin kâr hirsi aslinda... O yel degirmenlerine karsi duran bir Anadolu bilgesi, ‘giderayak’ çocuklugunun güzel günlerini göstermek için tüm çabasi. Zor mu, belki! Imkansiz mi, ona göre hayir. Yüzünden eksilmeyen gülümsemesiyle aci tespitleri yapmasi bundan. Bir sözünü daha söyleyelim, bu alemin halini anlatan; “Dogada insanlar, bitkiler ve hayvanlar bir arada yasiyor. Bu dünyayi onlarla paylasiyoruz. Kuslarla, böceklerle, agaçlarla, otlarla... Benim ortagim onlar... Aslinda biz onlara bagimliyiz. Dünyadan insani alin, hiçbir sey degismez, hatta güllük gülistanlik olur her sey. Doga saglikli olmazsa insan yasayamaz, yok olur. Ama katlediliyor hirs ugruna... Daha fazla kâr için, daha fazla üretmek için, acimasizca tüketiyoruz dünyayi... Tek bir yolu var bu hazin sona gidisi önlemenin, ihtiyacimiz kadar tüketmek. Yasamak için yasatmaktan baska bir yolumuz yok!” O bu topraklarin bilgeligine güveniyor. “Dünyayi Anadolu kültürü kurtaracak” derken kalpten geliyor sesi... “Nedir bu Anadolu kültürü, nasil bir mucize ki dünyayi kurtaracak?” diye mi soruyorsunuz? Söylesiyi okuyun... Küçük Hayrettin’e yoksul komsuya yemek götürmesi için çikini verirken annesinin fisiltisina kulak kesilin! Tas olsa anlar! Çocukken agir kekemeydim hayattaki basarimin sirri bu! - En basindan baslayalim mi konusmaya, çocuklugunuzdan? Benim ninelerim, dedelerim Kirim’dan gelmisler. Benim dogumum 4 Nisan 1922, Bandirma... Yunan gelmis, yakmis Bandirma’yi... Iskelede, Haydar Çavus Camii’ne toplamis erkekleri ve bombalayip öldürmüs hepsini. Babam köye kaçarak kurtulmus. Averof Zirhlisi bombardiman ederken Bandirma’yi ben 6 aylikmisim... Anacigim beni çamasir kazaninin altina koymus, öyle kurtarmis. “Yunan zalimi, Yunan yangini” diye diye büyüdüm ben... Ama bugün için örnek alacagimiz bir sey var o günlerden... Yunan komutani ezani yasaklatmis. Osman Amcam 9 yasinda, Hafiz-i Kuran, sesi de çok güzel. Ahali, “Çocugu çikaralim, ezani o okusun, ona dokunmazlar” demis. Amcam ezani okumus. Yunan, amcami minareden indirmis, döve döve öldürmüs, caminin önüne birakip gitmis. Bizimkiler gelmis, çocugun ölüsünü götürelim diye, bakmislar nefes aliyor... Amcamin hayati böyle kurtuldu. Ama ölünceye kadar da sakat kaldi. Simdi bugünkülere soruyorum... Atatürk var ya Atatürk, taniyor musun sen onu? Ona karsi gelenler var ya, onu hakir görenler... Kimmis efendim Atatürk, Çanakkale’de zafer mi kazanmis, öyle bir sey yokmus! Kurtulus Savasi mi yapmis? Yok canim, çetelerle savasmis! Bunlari diyenler var ya... Iste o olmasaydi bugün onlar sans eseri belki hayattaydi haberin olsun. Sans eseri! Simdi gelelim benim çocukluguma... 4 kardestik. En büyükleri benim. 3,5 yasimda kekeme oluyorum. - Sebebi belli mi? Degil. Ama agir bir kekeme. Onun için halkin arasina giremiyordum... Köylere giderdim hep. Ne yapilirsa, harman dövülür, bugday yikanir, misir kirilir, hep “Ben de, ben de!” derdim çocuklukta... Çünkü hiç olmazsa orada kendimi ispat edebiliyordum. “Kekemeyim ama ben yaparim” diyordum. Mesela derede bugday yikanacak degil mi? Yere bir hasir üzerine beyaz örtü serilir... Seledeki bugday, bir su, iki su, üç su yikanir, tertemiz olur. Sonra onu kurusun diye örtünün üzerine döker, yayarlar. Birinin onu beklemesi lazim, çünkü kuslar var, tavuklar var. “Ben, ben, ben bekleyecegim!” derim. Evladim nasil bekleyeceksin? Beklerim. 5 saat, 6 saat otururum, bugday kurur, toplanir, ondan sonra kalkarim... Hirs iste... Yani o kekemelik bu hayattaki basariyi vermis gibi geliyor bana. - Peki ya okulda zor olmadi mi bu kekemelik? Olmaz mi? Ilkokula basladim. Gene kekemeyim. Bu yüzden beni oyuna almiyorlar. “Keke, keke!” diye alay ediyorlar. Ama mahallede kabul etmisler, oyunlari beraber oynuyoruz. Saklambaç oynuyoruz, birdirbir oynuyoruz, orada konusmaya ihtiyaç yok. Konusma olunca fena! Bu yüzden ben basladim okulda kizlarin saçini çekmeye... Çünkü kendimi ispat etmek zorundayim. Çekiyorum saçlarini kizlarin, canlarini yakiyorum. Sonunda kizlar beni, o vakit biz muallime diyorduk, ögretmene sikayet etmisler. Iste o Zehra ögretmen benim hayatimi degistiren insandir. “Hayrettin gel evladim bakayim” dedi, gittim. “Uzat ellerini” dedi, uzattim... “Eyvah! Cetvelle dövecek beni” dedim. Ama o “Aaa arkadaslar, bu ellere bakin ne kadar güzel. Yaramazlik yapabilir mi?” dedi. Bir daha yaramazlik yapamadim. Çünkü beni himayesine almis birine karsi gelemezdim. - Kaç yasindasiniz o zaman? 8-9 yaslarinda... Latin harflerinin ilk senesi, 1929... Zehra Ögretmen tahtaya yaziyor: Ali topu tut. Sonra “Söyle bakayim Mustafa” diyor, o bilemiyor. “Sen söyle Zeynep” diyor, o biliyor. Onu siliyor, baska bir sey yaziyor. Yine sirayla herkese soruyor. Bana sira geliyor, ben de kekemeyim, ne yapiyor biliyor musun? Evvela tahtaya çagirmadigi üç çocugu çagiriyor. Sonra “Hayrettin sen de gel” diyor. 4 kisi oluyoruz. Hep böyle ama, bu bir kere degil. Benden önce bir ögrenciye “Top yaz” diyor, o yaziyor. Bana “Kitap yaz” diyor, yaziyorum. Kekemeyim diye çocuklar arasinda beni böyle koruyor... Tahtaya yazdigini okutmuyor, yazdiriyor. Sonra beni oyunlara almiyor ya çocuklar, büyük teneffüste iniyor bizimle beraber bahçeye, “Haydi çocuklar gelin birdirbir oynayalim” diyor. Beni de koyuyor araya... - Peki nasil geçti bu kekemelik? Bir gün bir baktim, ben sarki söylüyorum ama kekelemiyorum. Ilkokulun son sinifindaydim, bunu ögrendigimde... A-a-a-ahmet demiyorum, Ahhmet diyorum, tamam bitti. Ben kekeme degilim. Sarki söyler gibi ilk heceleri uzata uzata konusmaya basladim böyle. O bana güven verdi. Basladim, “Muallime hanim ben de söyleyebilir miyim?” demeye... Böyle böyle kurtuldum kekemelikten. Dönelim yine çocukluga... Biz 4 kardesiz dedim ya, en küçügümüz daha dogmamis. Ben 5,5-6 yasindayim. Benden sonra iki küçük daha var. Anacigim sabahleyin bizi doyurur, bana “Haydi evladim ayagimin altinda dolasma, git oyna” der. Ama ayakkabi giydirmez. Neden biliyor musun? Mahalledeki çocuklarin hepsinin ayakkabisi yok, onun için... - Ne büyüklük... Kültür bu iste... Zengin olmak bu iste... Bayramda bile eger mahalle çocuklarina da alindiysa giyerdim ama aksami zor bulurdum. Çünkü ayakkabilar isirirdi ayaklarimi. Nasir baglamis altlari, dolu... Ben daha sabaha kadar anlatirim bu kültürü sana... - Anlatin, dinlerim... Ninem, imalathane deniyordu o vakit, fabrikada çalisiyor. Çünkü kadinlar, kizlar ninem için geliyor. Her gün evde iki kazan yemek pisiriyor anacigim, öglene dogru 4 çirak geliyor. Aliyorlar kazanlari, fabrikaya götürüyorlar. Fabrikada yemekhane diye bir yer yok. Makinelerin arasina hasirlar seriliyor. Kora diyoruz, 30 santim yüksekliginde sofralar bunlar. Üzerine bir örtü, ortaya çanaklar... Kepçe kepçe çanaga dolduruluyor yemekler. Herkes kasigini evden getiriyor, tahta kasik... Babam yazihanede otururken, “Bana da bir tabaga koyup getirin” demiyor! Bakiyor, o gün nerede bos yer varsa oraya gidip oturuyor. Patron olmus ama bir üstünlügü yok! Her bayram önce bu 60-70 çalisani ve çocuklarini giydiriyor... Bu bir kültür degil mi? Iste ben bunu gördüm, yasadim. - Ne güzel seyler anlatiyorsunuz... Annem beni çagirir, “Avucunu aç Hayrettin” der. Iki avucumu açarim, yan yana bitistiririm. Üzerine bir havlu koyar, onun üzerine de sicak bir kapta yemek. Biz ‘kushane’ derdik o kaba. Kulplu, üzerinde kapagi var. Bilirim komsu anneye gidecek o. Komsu annenin evi ile aramizda bir çayirlik var. Komsu annenin odununu kim alir, gazini kim alir kimse bilmez. Iste kültür bu... Ben o kushaneyi komsu anneye götürecegim degil mi? Annem bana “Al bunu Hayrettin komsu anneye götür” demez. Ne der biliyor musun? Kulagima fisildar gibi, “Komsu anneye götür” der. “Duydun mu?” diye sorar. “Duydum, duydum” derim ben de onun gibi fisildar gibi bir sesle... - Çok sükür ki benim annem babam da böyle. Ama bakiyorum da çogumuz o kadar uzaklastik ki bu kültürden... Iste bu kültür yasatacak bu dünyayi... Sonra annem “Git kushaneyi al” der bana... Giderim, kapida kilit yok öyle, girerim içeri, “Aaa sen mi geldin evladim?” der komsu anne, gider kushaneyi getirir. Kapagini açar, içinde bir tane yumurta var. “Söyle annene sana yedirsin, taze, folluktan aldim” der. - Bos göndermez yani... Tabii... Gidersin bazen iki tane koca erik olur. “Ikisini de yeme. Biri kardesinin, biri senin” der. “Iyi de komsu anne, bütün evlerde kümes var, bizde de yumurta var” demem. Çünkü o kap bos gönderilmez, bilirim. Aksam olur yer sofrasi kurulur, otururuz. Annem babama der ki, “Halil, senin oglun bugün ne yapti biliyor musun?” Ne yapti? “Komsu anneye kushane götürdü.” Babam, “Pasa oglum, arslan oglum gel” der, alir dizine oturtur beni. Saçlarimi oksar, “Aferin ogluma” der, göklere çikarir beni. Iste kültür bu, zenginlik bu, dünyayi kurtaracak olan da bu... 13’ümde asik oldum,19’umda evlendim,25’imde kaybettim... TEMA’NIN KURUCUSU 90 YASINDAKI HAYRETTIN KARACA’DAN ACI BIR ASK HIKAYESI: Bagdan eve dönüyorum... Önümde bir kiz çocugu. Aramizda 7-8 metre var. Bir an döndü söyle bir bakti bana, ben de ona baktim. Yemyesil gözler! Asik oldum. O anda... 13 yasinda bir çocugum daha... Asik oldum, ama o ask degil, daha baska bir seydi... Ismini iki yil sonra ögrendim. Türkan’di... Sesini ilk kez nikahta “Evet” derken isittim. 19’umdaydim evlendik. Sonra... Sonrasi çok aci... 5 sene yasadik beraber. O baska bir askti... Ask nedir? Tadi bende var onun... Ikinci Cihan Harbi yillari... Babam bir iplik fabrikasi kiralamis Usak’ta, isin basinda durmak lazim. Zira askeriyeye is yapiyoruz. Biz Türkan’la yeni evliyiz, gittik Usak’a... Ekmegimiz yok, çünkü karne yok. Bizim karnemiz Istanbul için. Usak’ta geçerli degil. Yeni karneyi çikartana kadar bir ay zaman geçti. Bir ay kestane yedik, patates yedik... O günleri bilmezsiniz siz. Yok, hiçbir sey yok. Oglumuz da dogdu... Yasamak lazim o günleri. Tuz yok ya... Var ama hepsi askeriyeye gidiyor. Ya savas çikarsa diye... Sonra Türkan verem oldu. Ben askere gittim... Ve onu kaybettim. Yokluktan, veremden... Bildigim kadariyla siz de çalisiyordunuz çocuklugunuzda? Tabii... Ilkokuldan evvel, daha 6,5 yasindayim... Kendimi ispat etmek istiyorum, kekemeyim ya... Her sabah babamla fabrikaya gidiyorum. Aksamdan “Sabah beni de kaldirin” diye söz aliyorum. Kaldirmazlarsa agliyorum... Fabrikada çorap ve triko yapiliyor. Bizim kurulusumuz 1917... 60-70 kisi çalisiyor, bayagi büyük bir fabrika. Iplik sariyorlar, çileden makaraya, elle... “Ben saracagim, ben saracagim!” diyorum. Ben çalisiyorum, iplik sariyorum ve bütün isçiler benimkini tercih ediyor. O kadar güzel sariyorum. Acele etmiyorum. Günde bir paket sarabiliyorum. Küçügüm, beni sandigin üzerine çikariyorlar, erisemiyorum makaraya çünkü... Sabah isçilerle beraber geliyorum, aksam yine onlarla birlikte dönüyorum. O zamanlar sabah namaziyla açiliyor fabrikalar, aksam ezaniyla kapaniyor. Ezan okundu mu bil ki dükkanlar açilmaya baslar. Evvela esnaf camiye gider, namazini kilar, sonra gelir dükkanini açar... Aksam ezani oldu mu da, dükkanlar kapanir... - Çalistiginiz zaman babaniz harçlik veriyor muydu? Tabii... Harçlik degil, 12,5 kurus haftalik aliyordum ve siraya giriyordum isçilerle... Çünkü onlarla birlikte her gün çalisiyordum. Persembe günü ikindi ezaniyla paydos... Cuma günü tatil. Haftalik 12,5 kurusu aliyorum dogru dondurmaci Emin Efendi’ye... Artik ne kadar yiyebilirsem... Eskiden çocuklara “Dondurma alirsin” diye harçlik verilirdi ya hani, ben o haftaligin hepsiyle dondurma yiyordum. Hâlâ getir bir kilo dondurmayi yerim. Öyle severim. Ninem bunun farkina varmis. Benim elimden haftaligimi aldi ve içinden her gün bana 40 para vermeye basladi. Bir külah dondurma yiyordum o kadar. Ama artik çok yemiyorum, biraktim dondurmayi. - Neden? Içine fruktoz katiyorlar, zararli, ondan. Sigarayi da biraktim. - Kaç yil içtiniz peki? Sonra nasil biraktiniz? Birinci esim ben askerdeyken öldü. Ondan sonra sigaraya basladim. Öyle büyük bir askti ki bizimkisi, o gittikten sonra ben de yasamadim... Askerde halimi gören arkadaslarim, “Yak bir cigara, yak bir cigara” diye diye ben de sigaraya basladim. Keske sigarayla unutulabilse... Ancak yillar yillar sonra birakabildim. Kolay olmadi. Biliyorsun, iki oglumu da kaybettim sonra... Çok aciydi. Hiç kolay olmadi. - Neden öldü esiniz? Onunla 5 sene yasadik beraber. Ama o baska bir askti... Onu sana anlatayim... Ask nedir? Tadi bende var onun... Ipligin en güzelini ben sarar, üzümü en iyi ben toplarim. Ben kekeme Hayrettin! - Rahmetli Prof. Ünsal Oskay bir söylesimizde, “Allah akli olan kimseyi asktan mahrum birakmasin” demisti. Ne güzel anlatmis aski degil mi? Siz de onun gibi büyük bir ask yasamissiniz demek ki... Çok sevdigim bir kisiyi kaybettim ben. Bizimki ask degildi baska bir seydi o... Ben köylere gidiyorum yazlari. En çok da Manyas’a... Manyas nahiye o vakitler. Belediye baskani Hasim Hoca babamin çok yakin dostu... Onlara misafir oluyorum. Orada da ne isler yapiliyorsa hepsini ben de yapiyorum... 13 yasindayim. Hasim Hoca’nin evinin hemen arkasinda, bir bag var... Pazara götürmek için üzüm toplaniyor... “Ben de, ben de!” diyorum yine. Benden iyi olmasin kimse. En güzelini ben yapacagim. Alirim, en alta asma yapraklarini dizerim. Üzerine önce uzun üzümleri dizerim, salkimlari kafa kafaya getiririm, sonra bir sira daha yaparim üzerine. 8-10 sira sonra sele dolar. Bitiririm... Sepetler toplanir, her bir sele söyle bir sallanir, benimkisi hiç asagiya inmez. Niye? En güzelini ben dizerim. “Kekeme Hayrettin... En güzelini o yapar!” Öyle derler. - Ilk askinizla orada mi tanistiniz... Anlatacagim, dur... Ben doldurdum bir küfeyi. Isimi bitirdim. Agir agir bagdan, eve dogru yürümeye basladim. Önümde de bir kiz çocugu. Aramizda 7-8 metre var. Bir an döndü söyle bir bakti bana, ben de ona baktim. Yemyesil gözler... Asik oldum. O an... Baska hiçbir sey olmadi. Hiçbir sey... 13 yasinda bir çocugum ya... Megerse o da bana asik olmus. Hasim Hoca’nin evinden onlarin evi gözüküyor. Sürekli pencereden ona bakiyorum, o da bana bakiyormus, bilmiyorum... Pencereye çiktigini görüyorum, ben de pencereye çikinca kapatiyor perdeyi... Sürekli o yesil gözleri düsünüyorum. “Yesil gözlerini ufkuma ger ki, bahar geldi diye sarki söyleyim... Sari saçlarini yüzüme ser ki koklayip öperek yaz vakti degil diyeyim... Turnalar uçun, yayladan geçin, yarimi seçin turnalar...” diye sarki söylüyorum... - 13 yasinizda Saadettin Kaynak’tan sarki söylüyorsunuz... Yok. 14, 15 yasima gelmistim artik. Ilk 13 yasimda görmüstüm, bu sarkilar sonraki yazlar... Her yaz Hasim Hoca’nin evine misafir oluyorum. Bir hafta, 15 gün... - Birbirinizi seviyorsunuz... Evet. Ama sesini isitmemisim, ismini de bilmiyorum. Ama Hasim Hoca’nin kizi Nefise Ablamiz var, bizden 10 yas kadar büyük. O isin farkindaymis. Bir gün misir kiracagiz. Misirlar toplanir, IMECE usulü hep beraber kirilir, çuvallara doldurulur. Ben de oturuyorum misir kirmaya. Ne dedi bana biliyor musun? “Türkan’i çagirayim mi?” dedi. Adi Türkan’mis! Yeni ögrendim, yüregim deli gibi çarpiyor... “Evet” diyemedim, “Hayir” da diyemedim. Neden sonra, “Peki, peki” dedim, basim önümde. Gitmis Türkan’i çagirmis. Ben oturdum, karsimda bir yer birakmis ona Nefise Abla... Türkan geldi karsima oturdu. Ben bakiyorum, o kafayi indiriyor. O bakiyor, ben kafayi indiriyorum. Böyle iste. Ask bu. O kadar büyük bir askti ki, o kadar sevistik ki onunla... Yanlis anlama, hiç konusmuyoruz, hiç dokunmuyoruz birbirimize ama biz sevisiyoruz. Yillar böyle geçti. Sonra ben geldim, 19 yasima. Bandirma’daki isin basina geçtim. Duyuyorum ki babam beni evlendirmek istiyormus. Bana söylemiyor... “Hayrettin’i evlendirelim” diyor nineme... Bana kiz getiriyorlar, gösteriyorlar. Begenemiyorum. Çok güzel kizlar var. Mesela manifaturaci Ismail Hakki’nin bir kizi var ki, kara gözlü kara kasli, vay vay vay, o kadar güzel... Onu begenmiyorum, bunu begenmiyorum, anlayamiyorlar... En nihayet gittim Nefise Abla’ya. Onlar da o zaman Manyas’tan Bandirma’ya gelmislerdi. Hasim Hoca bizim magazada çalisiyordu. “Nefise Abla babam beni evlendiriyor, kurtulamiyorum. Türkan’dan baskasiyla evlenmem ben” dedim. “Babam buna bir çare bulur” dedi. Türkan’in babasi doktordu, sitmayla mücadele veriyordu. Manyas’talar diye biliyoruz. Ama Hasim Hoca sorup sorusturuyor, yok Manyas’ta degiller. O vakitler, Ikinci Cihan Harbi... Askerler Sile’de bir karargâh kurmuslar. Türkan’in babasi da orada görevde... Tabii çolugunu çocugunu da yaninda götürmüs. Hasim Hoca soruyor ögreniyor. Bana da söylüyor. “Eger istersen ben gider bulurum” diyor. “Ben de olur” diyorum, kafam önümde. Sonra “Tamam ben kizi istemeye gidecegim. Ama sen bir sey yaz ver bana” diyor. Isminin Türkan oldugunu ögrendim ya, “Türkan seninle evlenmek istiyorum” diye yazdim. - O kadar mi? O kadar. Hasim Hoca gitti Sile’ye, dört gün kaldi. Türkan’in babasina açmis durumu, o demis ki eger o delikanliya sen kefilsen benim için sorun degil, ama Türkan’a sorun. - Ne güzel... Türkan’a sormus Hasim Amca. Kagidi da vermis. Türkan hiçbir sey söylemiyor, söyleyemiyor. O kültür böyle bir kültür iste. Ama bakiyor ki çaresi yok, Hasim Hoca evden ayrilirken bir kenarda “Ben Hayrettin’e varirim” diyor. Sonra onu alip Bandirma’ya geliyorlar, bana göstermiyorlar. Evde nikah kiyiliyor. Soruyorlar, ben “Evet” diyorum. Türkan da kisik sesle “Evet” diyor. Onun sesini ilk defa orada isittim. Bu kadarcik bir ses. Sonra biz kaldik bas basa... Ne yapacagim ben simdi? Iste ask bu. Daha sesini tam isitmemisim. Oturuyoruz yan yana. Ne konusacagiz? “Türkan ben seni çok sevdim” dedim. “Ben de” dedi. Sesini ilk defa orada net isittim. Evlendik öyle isittim. Düsünebiliyor musun, sesini bilmiyorum. Olaganüstü güzeldi. Öyle bir gözleri vardi ki... Çocukken bakinca vuruldum ben ona. - Sonra... Sonrasini sorma... - (Uzun zaman susuyoruz) Ne oldu da onu kaybettiniz? Evlendikten sonra biz Istanbul’a geldik. Ama babam bizi Usak’a gönderdi. Çünkü Usak’ta bir fabrika kiralamisti, bize çalissin diye... Ama is gecikmesin diye basinda durmak lazim. Çünkü askeriyeye is yapiyoruz. Onun için gecikmemek lazim. Askeriyeye is yapmamiz da nasil? Babam ihalelere girmiyor. Ama çorabin, trikonun en iyisini yaptigi için pasa babami çagiriyor. “Bu isi sen alacaksin, bu isletmeye gireceksin” diyor. Ama iplik yok. “Iplik bul pasam bedava yapayim” diyor babam. “Hayir ipligi de sen yapacaksin” diyor pasa. Iste onun için babam iplik fabrikasi kiraladi. Biz Türkan’la yeni evliyiz, gittik Usak’a... Ekmek yok, çünkü karne yok. Bizim karnemiz var ama Istanbul için var. Usak’ta geçerli degil. Ekmegimiz yok. - Ikinci Dünya Savasi zamani tabii... Öyle... Yeni karneyi çikartana kadar bir ay zaman geçti. Bir ay kestane yedik, patates yedik... Ne bulursak artik... Firina gidiyoruz, dörtte bir ekmek veriyorlar. O günleri bilmezsiniz siz. Yok, hiçbir sey yok. Oglumuz da dogdu... - Rahmetli anneannemin nüfus kagidinda damgalar vardi... Annem bebek daha... Sümerbank’tan patiska bez verildi diye... Ekmek karnesi verildi diye damgalar... Iste o günler böyleydi. Ama siz o günleri bilemezsiniz. Yasamak lazim o günleri. Tuz yok ya... Var ama hepsi askeriyeye gidiyor. Ya savas çikarsa diye... Sonra Türkan verem oldu... Yasadigi süre içinde toplumda çok güzel bir yer aldi. Onun oldugu bir yerde kimsenin aleyhine bir sey konusamazsin. Biri böyle baslatti mi konusmayi hemen bir sey uydurur, kapattirirdi konuyu. Onun oldugu yerde güleceksin, oynayacaksin, iyilikten, güzellikten konusacaksin... Güzelliginin yaninda bir de bu ahlâkli huyu vardi. Son derece sosyal bir varlikti. Ve ben onu kaybettim. Yokluktan, veremden... Ben, Istanbul’da 4 aylik askerdim öldügünde... Sene 1946’diydi... Burada bitirelim... Baska seyler konusalim... Karaca Arboretum ve TEMA’ya sahip çikin! Onlar sizin maliniz... O aci ask hikâyesinden sonra Hayrettin Karaca ile bir süre ara veriyoruz konusmaya... Birlikte Karaca Arboretum’u (Agaç Müzesi) gezmeye basliyoruz... Her bir agacin önünde durup hikâyesini anlatiyor Hayrettin Karaca... Bak, bu buraya ilk diktigim agaç 32 yasinda. Adi Yalanci Sekonya... Ben buradaki 15 bin bitkinin Latince ve Türkçe isimlerini biliyordum, simdi unutuyorum. Bak, bu agacin anasi Çinli. Bunu minnacik bir fideyken getirdim. Bu topraklar o kadar verimli ki, bak nasil büyümüs. Bu agaç, 100 yasina geldiginde gövdesi o kadar genisleyecek ki, içini oyup yol yapabilirsin... Simdi 32 yasinda ve bu kadar genis... (Agaçla konusuyor) Haydi bakalim kizim, masallah sana. Büyü, büyü... - Ne hissediyorsunuz bu agaçlara baktiginizda? Insanlar sirf çiçegi bitti, biraz kurudu diye, canli canli çöpe atiyorlar agaçlari, çiçekleri. Gördügümü alip eve getiriyorum... Çogu birkaç gün içinde canlanip yeseriyor. Yeniden çiçek açiyor... Öyle bir tüketim toplumu olduk ki, çiçegin, agacin canli oldugunu düsünemiyoruz... Atip yenisini aliyoruz hemen... Evet. Onlarin da canli oldugunu ve bir gün ölecegini düsünemiyoruz... Bak ben 120 binden fazla çesit agaç büyüttüm burada ve dagittim Türkiye’ye... Neden biliyor musun? Bir gün bunlar burada ölecekler. Ama çocuklari, torunlari devam edecek. Bak sana bir sey diyeyim mi, sen de öleceksin, Burak da ölecek. Hiç kurtulus yok. - Ama sanki hiç ölmeyecekmis gibi yasiyoruz degil mi? Ya... Anlattim ya sana (dün verdik o bölümü) yasat ki yasayabilesin... Hep unutuyoruz bunlari... Beyim, b.klu dona bir sey olmaz! Çek donunu yürü! - Gez gez bitmiyor burasi... Tümüyle gezmek istesek kaç saat sürer? Bir saatlik gezi var, bes saatlik gezi var. Ama hakkiyla bir günde gezebilirsin. Bak, burasi halkin mali, sahip çikin... Bir daha böyle bir yer olmaz. Mümkün degil. Bu topraklari babam biz çocuklarina miras birakmisti. O zaman 27 dönümdü... Sonra biz kardeslerimle genislettik. 65 dönüm oldu. Simdi 135 dönüm... Önce meyve bahçesiydi burasi. Elma, armut dikiyorduk... Onlari toplayip satiyorduk. Sonra ben Türkiye’nin hizla kaybolan florasini buraya getirmenin daha dogru olacagini düsündüm. Basladim Türkiye’yi gezmeye... Bir tohum için 3 kere Erzurum’a gittigimi biliyorum... Orman Fakültesi’nin hocalariyla tanistim, onlarla çalismaya basladim... Çok degerli hocalardan, çok degerli bilgiler aldim, Türkiye florasinin ne kadar degerli oldugunu ögrendim. Bu beni Türkiye florasini korumaya memur etti. Sonra TEMA’yi kurdum... Bak sana ne anlatacagim... Bir gün Maras’in daglarina gitmisiz, bir agaç aramaya... Saatlerce gitmisiz, geri dönüyoruz. Bir çoban önümüzü kesti, “Illa sizi misafir edeyim” diye... Aksam olmus, sehirden çok uzaktayiz... Arkadaslar istemedi, “Ben kalirim” dedim. Yatmadigim agaç alti kalmamisti ki Anadolu’da... O gece o çoban çadirina misafir oldum. Çoban, karisi, çocuklari, ben, çayi, ekmegi bölüstük... Ayni çadirda yattik uyuduk. Iste kültür bu. Sayiyor, güveniyor bana... Sabah kalktim, büyük abdestim var... Çoban da kalkti... Gidecegim, hacetimi görecegim... Baktim, çadirin kenarinda gügüm gügüm su var... “Birini alabilir miyim?” dedim. “Ne yapacaksin?” dedi. “Ihtiyacim var” dedim. Üsteledi, “Ne ihtiyacin var?” dedi... “Taharetlenecegim” dedim. Hiç unutmam, “Beyim boklu dona bir sey olmaz, çek donunu yürü!” dedi. Çünkü o su nereden geliyor biliyor musun? 5 saatlik yoldan geliyor, ip gibi akiyor o su... Eskiden çagil çagil akarmis, artik azalmis... Hayvanlara verecek o suyu... O su çok kiymetli. Iste ben bunlari yasadim, ögrendim, anladim, baskalarina da anlattim, paylastim... Ve TEMA’da bunlari hayata geçirmeye çalistim. - Peki onlar suyun kiymetini biliyor, biz biliyor muyuz? Onlara da gelecegiz. Ama sonra... Bak, burada öyle bir emek var ki, tüm Türkiye florasi burada temsil ediliyor simdi. Ben gidiyorum, bakiyorum bir çiçek... Çirkin olur güzel olur ama o bir türdür, bir gendir, alip gelmek istiyorum buraya. Fakat çiçek halindeyken söküp alsam yasayip yasamayacagini bilemiyorum... Onu birakiyorum, geliyorum, sonra bir daha gidiyorum... Bakiyorum kurumus, tohumu da kalmamis üzerinde... Bir daha gidiyorum. Nihayet tohumunu alip getiriyorum... Ama bazen yasatamiyorum. 15 bin bitki vardi burada, simdi 12 bine indi. Sera yapmadim çünkü... Dogal olsun istedim... Bir kismi öldü ama ölmeden önce onlari Türkiye’ye dagittim. Türkiye’de varlar simdi. Karadeniz’in gezmedigim vadisi yok... Ta suyun çiktigi yerlerin sonuna kadar... Orada öyle bir endemikler var ki, onlar HES’lerle kaybolup gidiyor simdi. Türkiye’de 3 bin 500 tür endemik bitki var. - Yani yalniz orada yetisen, oraya mahsus olan... Evet. Dünyada bir tek orada var, baska yerde yok. Ben ise basladiktan sonra 900’den 3500’e çikti bu endemikler. Tüm Avrupa’da sadece 3 bin 300 endemik var. Avrupa, Anadolu’nun 15 misli alana sahip... Bak ne kadar çok endemik var, düsün... Iste simdi bizim yapacagimiz sey, bizim kurtulusumuz Türkiye’nin dogal bitki örtüsünü, endemiklerini korumak, kurtarmak... Baska çaremiz yok. Aksi halde dünya çöllesiyor, Türkiye de çöllesecek, ölecek, bitecek... Agaç, çali, meyve, çiçek, ot, neyse o canli kendine göre yasamak için kosullara ihtiyaci var. Korunacak ki dünyada hayatini sürdürsün. Iste biz TEMA’da onlari korumak için ugrasiyoruz. Biz TEMA Vakfi’nda çok basarili olduk. 180’den fazla bilim adami bize gönüllü olarak hizmet ediyor. Bu büyük bir sans. Bugün TEMA’nin üyeleri 450 bini geçti. Ama 1 milyona razi degiliz. 10 milyon olmamiz lazim. Olacagiz. TEMA Vakfi’ni Nihat Gökyigit’le kurduk. Ama halk olmasaydi bunu yapabilir miydik, hayir. Bu bir halk hareketidir. Benim bir degerim var ama ben yalniz olsaydim, halk olmasaydi arkamda basarili olamazdim. Bugün dünyaya hakim olan kim? Global sirketler. Ne yapiyorlar peki bunlar? Kendine hayat veren dogal ekosistemi kullaniyorlar. Havayi kullaniyorlar, suyu kullaniyorlar, kullaniyorlar, kullaniyorlar... Ozon deliniyor, iklimler degisiyor, buzullar eriyor, topraklar çöllesiyor... Ama kimin umurunda! O büyümek zorunda. Üretmek zorunda. Sen de tüketmek zorundasin. Her ne pahasina olursa olsun. Duramaz. 1990’larin ortasinda 42 sirketin geliri 48 ülkenin gelirine esitti. Simdi ne kadar biliyor musun? 3 ABD’li sirketin geliri 80 ülkenin gelirine esit oldu. Dolayisiyla bizimkiler de ne diyor? Büyüyecegiz diyor. Hiç suya, havaya, topraga, insana nasil zarar verecegimizi düsünmeden... Bak, Tarim Bakani biz GDO’yu almayiz dedi. Bir ay sonra ülkeye 25 tane GDO’lu ürün geldi. GDO’lu tohum olursa Amerika seni gebertir, kendine mahkum eder. Benim topragim benim için bitecek. O kadar... Agaca, köklerine, dallarina, bak ve haydi gel de Allah’in varligini inkar et! Bak, bir agaç köküyle topraktan suyu aliyor, 110 metre yüksege kadar çikarabiliyor. Nasil oluyor bu? Gel de sen çikar bakalim! 110 metre degil, 1 metre çikar. O agacin suya ihtiyaci var. Onu kökleriyle topraktan aliyor, dallarina, yapraklarina adilce, kardesçe dagitiyor. Peki ama nasil? Ingiltere’de bir bahçede birbirinden farkli tam bin 144 çesit elma var... O elmalarin kimisi eksi, kimisi tatli, kimisi çok tatli, kimisinin rengi sari, kimisi kirmizi, kimisi alacali... Kimisinin sekli domates gibi, kimisi sivri, kimisi basik... Peki elma agaci baharda çiçek açmaya basliyor. Döllenecek. Ari geliyor onu döllüyor. Peki ama bir elmanin çiçegi beyaz, öteki elmanin çiçegi pembe... Kim bunlara karar veriyor da, ari topraktan kirmizi elementi alip o çiçege götürüyor? Sonra ilkbahar mi, sonbahar mi agacin kökü buna hakim. Gözümüzle görmedigimiz bir kökün ucunda bu bilgiler sakli. Hadi gel de Allah’in varligini inkar et! Benim dogayla iliskimi buralara getiren en önemli faktör budur! Haberi Ekleyen: Ali Dursun Bu haber 1869 defa okunmuştur.
|
YAZARLAR
VİDEO GALERİ
GÖRELE ' DE HAVA DURUMUARŞİVLEN HABERLERArama |
|||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||