Sayfayı Yazdır | Pencereyi Kapat | Resimleri Göster
Açıklama:
Kategori: Köşe Yazarları
Eklenme Tarihi: 12 Haziran 2017
Geçerli Tarih: 21 Kasym 2024, 16:10
Site: Görele Sol Platformu
URL: https://www.gorelesol.com/yazar.asp?yaziID=24354
ÜTOPYASIZ ZAMANLAR - Perihan Baykal
1.Hayâl Gücünü Kaybeden Insan da, Ülke de Yarinsizdir!
Ütopya, "düssel ülke" demek. Yunanca "hiçbir yerde olmayan yurt" anlamina geliyormus. Hiçbir yerde degilse, nerde peki? Imgelerimizde, düslerimizde, düsüncelerimizde. Biz yaratiyoruz yani, bir gelecek tasarimi olarak. Özlemlerimiz ve korkularimiz biçimlendiriyor en çok, ütopik düslerimizi.
Kim demisti, artik ütopyalar devri bitti, insanlarin bir "ütopya"si bile yok artik, diye. Okuma hizimizdan daha hizli yazan Yalçin Küçük hoca cilt cilt kitaplarindan birinde buna benzer bir sey demis olabilir. Evet, arayip hiç degilse bir cümlesini buluyorum, birkaç yil önce okurken ilginç bulup altini kalinca çizdigim: "Eger bir ülkede polis romani ve ütopya gelenegi yoksa, hem roman ve hem de bilimin gelismesi çok zordur ve rastlantilara baglidir"(1) demis ve "yillardir bunu vurguluyorum" diye de eklemis. Ilginç bir yaklasim… Ütopya gelenegimiz yok, dogru, ama insanoglu giderek düslerini, daha iyi-daha güzel-daha âdil bir topluma olan inancini yitirmiyor mu bu cangila dönen, sözümona "yeni" dünya düzeninde? Bu yalnizca bize özgü de degil. Dünya giderek daha konsantre bir yer oluyor ve Türkiye'de, diyelim tasrada yasayan bir insanla, bir metropol ülkenin gökleri delen baskentinde yasayan insan, ayni yere bakip ayni seyleri düsünebiliyor artik. Giderek tarihsel varliklar olmaktan çikip ayni ag üzerinde, ayni ân'i yasayan benzer ve kisiliksiz varliklara dönüsüyoruz. Garip bir esitlenme. Ya da esitlik yanilsamasi. Uygar dünya ne kadar uygar? Bu soruyu sormaktan alamiyorum kendimi son yillarda. Yillar önce, bir arkadasim, yurtdisindan yazdigi mektubunda "Bir Avrupa uygarligi falan yok!" diye isyan ediyordu. "Ben Avrupa sanatina, edebiyatina, felsefesine inanmiyorum artik!" Tabii bunda öznelliginin ve o an içinde bulundugu duygu durumunun etkisi çokçaydi ve ben su anda böyle bir iddiada bulunuyor da degilim. Ama, günümüzde tipki, bir piramitlere ve bütün o görkemli uygarlik kalintilarina, bir de etrafindaki, cehaletin kol gezdigi Misir halkina bakip gördügü insanlarin yine bu gördügü uygarligin kalitçilari olduguna inanmakta zorluk çeken turist gibi ben de zaman zaman düsünmüyor degilim, ancak tarihin ya da bize tarih olarak sunulanin egemence istenilen yönde biçimlendirilmis niteliginin ve evet, tüm o görkemi yaratanin da o kavruk insanlarin ta kendisi oldugunun bilincinde olarak! (Brecht'in dedigi gibi, "krallar mi tasidi o koskoca kayalari?") Düsünüyorum, çünkü günümüzde Aldous Huxley'in "yeni dünya"si gerçeklesti, karamsarlik falan hiç degil bu; –ki hakkimiz var buna-; geçmisin, tarih bilincinin en azindan çarpitilarak yok edildigi ya da yok edilmeye çalisildigi bir dünyanin tam ortasindayiz. Aci, ama gerçek!
Peki, niye yitirdik düslerimizi? Düslerimiz niye ve ne zamandan beri artik yalnizca "kara" ütopyalar üretmeye basladi? Evet, bir de Kara Ütopyalar/ Distopyalar var. Aldous Huxley'in Yeni Dünya'si, George Orwell'in Hayvan Çiftligi ve su anda ikinci kez okumaya durdugum "Bin Dokuz Yüz Seksen Dört"(2)ü gibi. Kara ütopyanin ilk edebi örnekleri bunlar saniyorum. Bu yeniden okumalar, elime Anthony Burgess'in Otomatik Portakal(3)'inin geçmesiyle basladi. Otomatik Portakal ürkütücüydü, tam anlamiyla bir karabasandi. Bu ürkütücülük, biraz da, kullanilan "edebi"likten uzak, popülist ve kaba dilden kaynaklaniyordu belki. Tek bir "iyi" örnegin, olumlu anlamda kahramanin olmadigi, belirsiz ve korkunç bir gelecegin anlatildigi bir dünya… Baskinin ve kaosun egemen oldugu…Tüm insani özelliklerini yitirmis insanlarin kol gezdigi… Izlemedim ama, romanindan uyarlanmis bir sinema filmi de oldugunu biliyorum Otomatik Portakal'in. Tipki, Holywood kaynakli, bilimkurgu ya da korku-gerilim türünden pek çok benzeri gibi. Için için çürüyen, insanin insana güvenini yitirdigi, güçlü olanin güçsüzü ezdigi, siddetin egemen oldugu bir dünyayi anlatir bu öyküler. Belirsiz bir zamanda geçer çogu, bir "gelecek" zamanda. Ama gerçekten o kadar belirsiz ve uzak bir zaman midir bu?
Bakin, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'te anlatilan totaliter yönetim, halkin kültürel gereksinimleri için neler yapiyor, neleri uygun görüyormus; okuyun ve hangi zaman ve uzamdan söz edildigine siz karar verin!
"(…) Upuzun bir subeler zinciri, proleter yazini, müzigi, tiyatrosu ve öteki eglence biçimleriyle ugrasiyordu. Burada spor, cinayet haberleri ve astrolojiden baska hemen hemen hiçbir sey içermeyen paçavra gazeteler, tahrik edici ucuz romanlar, buram buram cinsellik kokan filmler, duygu sömürüsü yapan ve birtakim makineler tarafindan bestelenen sarkilar üretiliyordu." (Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, s. 44)
Psikolojide projeksiyon (=yansitma) mekanizmasi denen bir savunma mekanizmasi vardir. Kisi kendi kusurlarini, olumsuz ve kötü yanlarini, çogu kez bilinçsiz olarak karsisindaki kisi ya da nesneye yansitir. Bir leke ya da resmin yorumlanmasina dayanan Rorscach testi benzeri kisilik ölçme testlerinin esasi da bu mantiga dayanir. Emperyalist dünya, romanlari, kara ütopyalari ve filmleriyle bunu yapiyordu iste ve üzerimize Pandora'nin kutusunu bosaltir gibi kendi kâbuslarini bosaltiyordu. Anlattiklari insanlar tipki kendilerine benziyordu oysa. Projeksiyon makinasi çalisiyordu ve biz perdeye yansiyanlari kendi yansilarimiz sanma yanilsamasina sorgusuz sualsiz düsüyorduk! Izlediklerimizin tiryakisi oluyorduk en kötüsü; çok-satar, çok-izlenir kilarak gördüklerimizi.
Ütopyalar, demistik! Ilk ütopik tasarim, Devlet adli eseriyle, ilkçagin büyük düsünürü Platon’a ait. Ütopya kavramina adini veren de, Ingiliz yazar ve devlet adami Sir Thomas More olmus. Thomas More ilginç bir adam. Son derece zeki, keskin bakisli, içinde yasadigi çagin ve bizzat içinde yer aldigi sistemin çarpikliklarini görebilen ve çözümler üretebilen bir insan. Krallik bas danismanligina kadar yükselmis, Kral VIII. Henry'yi Ingiltere kilisesi'nin basi olarak tanimadigi için boynu vurulmus (aslinda suçunun cezasi kol ve bacaklarindan baglanip çekilerek dört parçaya bölünmekmis ama son anda kral bu cezayi hafifletmis!), ardindan papa tarafindan azizlige yükseltilmis. Bir güçler savasinin ve o zalim vasatligin tam ortasinda, ilkelerine bagliligi, ödünsüzlügü, sözünü esirgemezligi ve farkli çalisan kafasi ile göz kamastiran, diger yandan da yürek burkan bir örnek.
Ütopya(4) bir politik elestiri olmasinin yani sira, ikinci bir Platoncu "Devlet" ögretisi ve politik reformlara bir çagri olarak da algilanmis. Yazildigi yani yazarin yasadigi dönem önemli. 1477 ve 1535 yillari arasidir bu. Yani yeniçag baslangici. Kapitalist birikimin tekellesme ve sömürgecilik asamasina dogru depara kalktigi, burjuvazinin eskinin içinde boy veren "yeni" olarak göz kamastirdigi, yeni bir dünya arayisinda lokomotif görevi üstlendigi çagin baslari.
Ancak, esyanin tabiati geregi çeliskilerle doludur More'un Ütopya'si. Özel mülkiyetin olmadigi, ortaklasaci bir toplum modeli sunar bize More. Onca uzakliktan, sagduyusu ve keskin zekasiyla yasanan sorunlarin kaynagini ve çözümü görebilmistir yazar. Ama çeliski buradadir iste. Thomas More erken dönem sosyalistleri tarafindan "ütopik sosyalistlerin babasi" ilan edilmis olsa da, dikkatli bir okuma, kitabin bir çok pasajinin, ilerde gelisecek Ingiliz emperyalizminin ipuçlariyla dolu oldugunu görmemize yeter.
Ütopya savasçi bir toplum modelidir, her seyden önce. "Savasi, insandan çok hayvanlara özgü, gene insanin dogasina zarar veren çok asagilik bir sey olarak görürler. Diger bütün halklarin aksine, savasta kazanilan zaferin en asagilik zafer oldugunu düsünürler. Kendilerini ve dost ülkeleri savunmak ya da baski altinda ezilen toplumlarin içinde bulunduklari rejimden kurtulmalarina yardim etmek gibi amaçlar disinda savasa girmezler." (Ütopya; s. 35) Ama "Savas aletleri icat etmekte ve bunlari kullanana kadar düsmandan saklamakta çok ustadirlar; aksi takdirde düsman kendini bu silaha hazirlar ve böylece bulus yararsiz hale gelirdi." (a. g. y.; s. 145) Evet, Ütopyalilar girdikleri savaslarda her ne kadar düsmanlarina karsi da en az kendi vatandaslarina oldugu kadar iyi ve merhametli davraniyor olsalar ve bilgece yöntemleri kullanmayi tercih etseler de savas strateji ve taktikleri konusunda bir hayli mâhirdirler. Bir de su pasaja bakalim: "(…) Eger bu usul ise yaramazsa, düsmanlarinin arasina nifak tohumlari ekerler ve Prensin kardesini ya da asillerden birini tahta çikmaya tesvik edip, Prenslerin hiç sönmeyen taht hirslarini alevlendirirler. Eger onlari içeriden kizistirarak bölmeyi basaramazlarsa, düsmanlarini onlara karsi kiskirtirlar. Bu konuda paradan kaçinmazlar, fakat kendi askerlerini savasa yollamakta çok cimri davranirlar, vatandaslarindan bir tekini bile düsman ülkenin herhangi bir Prensiyle dahi degismezler. (a. g. y.; s.139)
Bana çok tanidik geldi bu anlatilan usuller! Ya size?
Olumlu anlamdaki ütopyalardan biri de, Tommaso Campanella'nin Günes Ülkesi(5)'dir. More'dan nerdeyse yüz yil kadar sonra, Rönesans ve Reform çagi olarak bilinen dönemde yasamis bir Italyan düsünürüdür Campanella; Günes Ülkesi de yine bir ortaklasaci toplum tasarimi. Yeniçagin ve bilimsellesmenin, naif öneriler biçiminde de olsa sancili izlerini tasir eser.
Evet, her seye karsin, yazildigi dönemlerin atesleyicileri ve ufku oldu ütopyalar. Veysel Atayman'in, Günes Ülkesi'nin önsözünde yer alan su cümleleri ütopik düsüncenin temeli ve niçin bir ütopya gelenegimiz olmadigi konusunda fikir verir nitelikte: " Ütopik düsüncenin temeli Avrupa'da, Platon ile baslayan ve rönesanstan itibaren laiklesen toplumsal elestiri gelenegine dayanir. Özellikle Avrupa aydinlanma hareketinde söz konusu laik elestirel bilinç, 'yenilenmis bir politik toplum tasarimina ve düsüncelerin ifadesine yönelik rasyonel bir göstergeler dili arayisina' destek verir."(Günes Ülkesi, s. 10)
Simdi, bu örnekler üzerinden, tekrar sorabilirim: Ne oldu da olumlu ütopyalarin yerini kara ütopyalar aldi? Bunun aslinda çok basit bir açiklamasi var: Burjuvazi ilerici özelligini yitirdi ve gericilesti. Her can çekisen ama can çekisirken hayatta kalmaya da çalisan kurum gibi, onun da 'korku'ya gereksinimi var! Belirsizlige, ümitsizlige ve umarsizliga. Bir ara, Anadolu kirsalinda "düs" toplayan Amerikali uzmanlardan söz ediyorlardi. Ne kadardir dogruluk payi bilmiyorum ama inandiriciliktan çok da uzak bulmuyorum ben bu söylentiyi. Rüyalarimiza gereksinimleri var: Bizi daha iyi kandirabilmek için! Kâbuslarimiza gereksinimleri var: Bizi daha iyi sindirebilmek için!
Büyük Birader, o her yerdeki gözleriyle bizi izlemeye ve gözetlemeye devam ediyor. Soruyorum! Üzerimizdeki ölü topragini silkelemenin, onlarin kara ütopyalarina karsi bizim de kendi ütopyalarimiza ve düslerimize sahip çikmamizin; yeni ve aydinlik ütopyalar üretmemizin zamani gelmedi mi?