Sayfayı Yazdır | Pencereyi Kapat | Resimleri Gizle


"Türkiye'nin AB'ye ihtiyacı yok" demek çok yanlış


Açıklama: Doç.Dr.Yılmaz Çolak Yeni Asya röportajı
Kategori: Röportaj-Söyleşi
Eklenme Tarihi: 24 Mayys 2014
Geçerli Tarih: 21 Kasym 2024, 23:26
Site: Görele Sol Platformu
URL: https://www.gorelesol.com/haber_detay.asp?haberID=17896


“Türkiye’nin AB’ye ihtiyaci yok” demek çok yanlis

Yeni Asya’nin sorularini cevaplandiran Doç. Dr. Yilmaz Çolak söyle diyor:

“Son yillarda Türkiye, isleyen demokrasiye sahip ve kalkinan bir Müslüman ülke olarak diger Islâm ülkelerine model olarak sunuldu. Bu önemli bir gelismedir, ancak biraz da yanilticidir. Birçok kisi bu algiyla yanilarak ‘artik bizim AB’ye ihtiyacimiz yok’ diyor. Son yirmi yilda Türk demokratiklesmesinde AB itici bir güç olmustur. Dolayisiyla Türkiye için AB hâlâ çok elzemdir.”

Doç. Dr. Yilmaz Çolak “Son yillarda Türkiye, isleyen demokrasiye sahip ve ekonomik olarak kalkinan bir Müslüman ülke olarak diger Islâm ülkelerine model olarak sunuldu. Bu önemli bir gelismedir, ancak biraz da yanilticidir. Birçok kisi bu algiyla yanilarak artik bizim AB’ye ihtiyacimiz yok diyor. Aslinda Türkiye demokratiklesen ve rekabetçi ekonomiyi oturtmaya çalisan bir ülke. Türkiye’nin modeli de AB’dir, onun siyasal ve sivil normlari ve prensipleridir. Son yirmi yilda Türk demokratiklesmesinde ve ekonomik büyümesinde AB itici bir güç olmustur. Dolayisiyla vesayetçi sistemi tamamen kaldirmaya ve demokrasisini tüm kurum kurulus ve degerleri ile pekistirmeye çalisan Türkiye için AB hâlâ çok elzemdir” diyor

Türkiye seçimlerden sonra yeni döneme girdi. Sizce Türkiye’nin önündeki en önemli sorunlar neler?

Gerçekten de Türkiye çok önemli bir seçimi geride birakti. Türkiye’nin önündeki sorunlari anlayabilmemiz için seçimin neden çok önemli oldugunu açiklamamiz gerekiyor sanirim. 1946 yilinda çok partili hayata geçisle baslayan demokratiklesme günümüze kadar inislerle çikislarla gelmistir. Ilk defa 1950 yilinda serbest bir seçimle iktidar degismistir. 1839 yili ile baslayan bürokratlarin iktidari, sadece arada 30 yillik II. Abdülhamit’in dönemi hariç, 1950 yilina kadar sürdü. Ama bürokratlar iktidari kolay kolay birakmayacaklarini gösterdiler ve siyasiler ile siki bir mücadeleye giristiler. Ve hepimizin malûmu 1960, 1971, 1980 ve 1997 darbeleri yapildi. 1960 darbesinden sonra sivil otorite üzerinde vesayet kuruldu ve 1961 anayasasi ile bu vesayet yasal zemine oturtuldu.         

En önemli sorunlar siyasal sistemin ve devlet yapisinin liberal, çogulcu demokratik prensipler ile düzenlenmesinin tamamlanmamis olmasidir. Aslinda 1950 yilinda baslayan demokratiklesmenin bir anlamda tam kemale ermemesidir. Burada bürokrasinin ve onun isbirligi içindeki bir grup aydin ve büyük sermayenin olusturdugu eski müesses nizamin, yani sivil otorite üzerindeki vesayetçi anlayisin ve yapilarin tamamen sonlandirilmasi çok önemlidir. Bunun ilk ve en önemli adimi sivil bir anayasanin olusturulmasidir. Bu anayasa demokratik çogulcu anlayisa dayanan sivil idarenin yerlesmesi için elzemdir. Yine birinci sorunla iliskili olan Türkiye’nin diger önemli bir sorunu da toplumda var olan çesitliligin resmî olarak kabulü ve temsilidir. Bu anlamda dindarlarin, Kürtlerin ve Alevilerin talepleri öne çikmaktadir. Tüm bu taleplerin karsilanabilmesi için sivil anayasa çalismalari çok önemli bir firsat sunmaktadir. Siyasal ve yasal düzenlemeler toplumdaki tüm kesimlerin iletisimi ve diyalogu ile bu talepleri karsilayacak sekilde yapilabilir. 

Türkiye neden hep kutuplasmalar üzerinden tartisiyor?

Sunu çok rahatlikla söyleyebiliriz ki, günümüzde yasadigimiz kutuplasmanin kaynagi erken cumhuriyet dönemi ile uygulanmaya baslanan jakoben modernlesme projesidir. Toplumu yukaridan asagiya zorla dönüstürmeye çalisan elitler kendilerini gelenegin, cahilligin ve dolayisiyla yobazligin içine batmis olarak tarif ettikleri halktan ayirdilar. Bu ayrim medenî elitler ile yobaz haci-hoca ve cahil halk arasindaydi. Bunu da yeni çagdas, laik bir hayat tarzi kurarak yaptilar. Yani hayat tarzlari arasinda kati bir hiyerarsi olusturdular. Kutuplasma iste buradan baslar. Ve resmiyet kazanmistir kutuplasma. Süreçte hayatin her alani, dil, tarih, kilik-kiyafet, içki, sanat, edebiyat siyasallasmistir. Ne var ki, devletin halki dönüstürmede yapisal bir zorlugu vardi. Bunun sebebi de tek parti döneminde halkin sadece yüzde 18’i sehirlerde yasiyordu. Sadece onlara ulasilabildi ve belirli ölçüde dönüstürüldü. Inönü döneminde kirsal kesimin dönüstürülmesine yönelik çabalar olsa da basarisiz oldu. Çok partili hayatla birlikte elitlerin horladigi, “geri ve ilkel” hayat tarzi ile hakir gördügü halk ipi seçimlerle eline aldi. Günümüze kadar demokratiklesme bu anlamda kutuplasma ile gelisti. Hayat tarzlari çerçevesinde kutuplasma 90’li yillar ile temel belirleyici etmen oldu. Halkin çogunlugu için bu çatismasinin hesabinin görüldügü yer sandikti. Iste bu yüzden özellikle de hayat tarzlari, kültürel farklilik üzerinden kutuplasma her seçim sürecinde belirleyici oldu. Seçimlere katilimin her kesim açisindan yüksek olmasinin önemli bir sebebi bu kültürel ve siyasal iktidari kimin ele alacagi savasi oldu. Iste bu yüzden bir türlü normallesemiyoruz. Normallesememenin sebebi izlenen modernlesme projesidir ve bu projenin toplumsal modernlesme sonucu ortaya çikan normal durum ile uyusmamasidir. Bu durum bir süre daha devam edecek gibi gözükmektedir. Çünkü hâlâ radikal bir sekilde toplumsal ve kültürel olarak dönüsüyoruz.        

Uzlasi ve birlik dilini kullanmak ve uygulamak zor mu? Seçim döneminde kullanilan dilin sivri olmasi toplumda uzlasi kültürünün yol almasini zorlastiriyor mu?

Aslinda siyasetin ruhunda uzlasidan çok çatisma ve mücadele vardir. Bu çatisma ve mücadele fikirlerin, projelerin ve çikarlarin etrafinda olmaktadir. Ve demokrasilerde normal bir durumdur, olmasi gerekendir. Bizim durumumuz biraz farkli tabiî. Biz hâlâ demokrasinin temel prensipleri üzerinde uzlasamamisiz. Aslinda hiç kimse tam anlamiyla demokrasinin evrensel prensiplerini reddetmiyor, ama vesayet rejimi yardimiyla iktidari elinde bulunduranlar, simdiye kadar “zorla” dönüstürmeye çalistiklari ve basarisiz olduklari halkin iktidar olur ise onlarin hayat tarzini dönüstürecegi vehmi birçok “ama”lar üretmelerine ve “bize özgü” sartlar ileri sürmelerine sebep oldu ve olmaktadir. Böyle bir çatisma olunca sistem normallesemiyor sistem. Özellikle de seçim dönemlerinde, en azindan bu son seçime kadar, bir grup siyasî parti siyaset disi güçlerden medet ummus ve destek görmüstür. Böyle olunca genelde sivri dil bu süreçlere hâkim oluyor, bel alti vuruslari çok fazlaca yasaniyor. Yukaridan beri anlattigim kutuplasma o kadar sert ki, hayat memat meselesi olarak görüyor birçok insan seçimi. Seçimde kaybedince hayatlarina ait her seyi kaybedecekleri yönünde bir propagandaya maruz kaliyor kitleler. Sonuçta sert üslûp evden, kahvehaneye kadar her yere hâkim oluyor.     

Yeni dönemde yeni anayasa yapilacagi söyleniyor. Sizce uzlasi içinde yeni anayasa yapilmasinin sartlari var mi?

Maalesef her konuda oldugu gibi anayasada kutuplasmanin esiri oldu Türkiye’de. Batida anayasalar bir toplum sözlesmesi olarak görülür her seyden önce. Yani nerdeyse tüm gruplarin üzerinde uzlastiklari bir metindir. Ama bizim modernlesmemiz ve anayasaciligimiz agirlikli olarak Fransiz cumhuriyetçi jakoben gelenekten geldigi için çagdas olmanin, laik olmanin, toplumu dönüstürmenin adi olmustur anayasalar. Bu anlamda Kemalist anayasaciliga göre anayasa siyasal, sivil bir metin oldugu kadar kültürel bir metindir de. Dolayisiyla anayasa tartismalari yine hayat tarzlari, kültürel kodlar üzerinden agirlikli olarak yürümektedir. Bu sebeple, bir kesim insan için mevcut anayasa kutsal bir metne dönüsmüstür. Su an Türkiye yeni bir anayasaya ihtiyaç duyuyor çünkü toplum degismis ve mevcut anayasa yeni taleplere cevap vermiyor artik. Demokrasilerde degisen siyasal ve toplumsal sartlara göre anayasa degisebilir. Bu anlamda su anda anayasanin degismesi yönünde ciddî bir toplumsal talep var, ama aksinde de bir direnç var. Son seçim sonuçlari maalesef yakin zamanda tam manasiyla sivil bir anayasa yapacak meclis kompozisyonu çikarmadi. Yine de AK Parti ve liderliginin aldiklari yüzde 50 oyun karsiliginda sivil bir anayasa yapimina yönelik sorumlulugu var. Inisiyatif baslatarak bir metin ortaya koymalari gerek. Ortaya çikacak metin her kesimi memnun etmeye bilir, ideolojiden de tam arinmis olmayabilir, ama en azindan demokrasinin temel kural ve prensiplerini içerecek metin ortaya çikarilabilir. Bu, sivillerin de anayasa yapabilecegini göstermek adina bir baslangiç olur. Zamanla degisecek siyasal durum ve talepler ile yeniden düzenlenebilir. Bence buna çok ihtiyaç var.

Yeni Anayasa için nasil bir yol ve yöntem izlenmeli?

Zaten son yillarda hem AK Parti, hem de bazi sivil toplum örgütleri anayasa taslagi hazirligina giristiler. Bence farkli egilimdeki sivil toplum örgütleri bu yönde tesvik edilip ve bir araya getirilerek ortak bir metin ortaya çikarilmali. Tabiî bunu da AK Parti yapmali. Ortaya çikacak metin muhalefet partilerine götürülmeli ve her partinin temsilcilerinden olusacak bir komisyon üzerinde çalismali. Ne var ki, su anki Meclis yapisindan böyle bir ortak komisyon kurulmasi ve ortak metin çikmasi zor görünmektedir. MHP yöneticileri ilk üç maddeyi ve bazi maddeleri kirmizi çizgileri olarak ilân etti. CHP liderligi ise, seçim sürecinde yayinladiklari demokrasi paketinin ve verdikleri sözlerin aksine su an ilk üç madde kirmizi çizgimizdir diyor. Ben yine de CHP ile asgarî sartlarda bir uzlasiya gidilmesi için çabalanmasi taraftariyim, ama sunu da biliyorum ki; adi CHP olan bir parti kolay kolay vesayet rejimini bitirecek bir metne yanasmaz. BDP önemli bu anlamda. BDP içinde Kürtçü jakobenlerin disinda birkaç tane de olsa demokrat diyebilecegimiz vekiller var. Onlarin destegi alinmaya çalisilmali. Her ne olur ise olsun en geç 2012’nin sonlarina kadar bir anayasa metni mecliste oylanmalidir. Çok karamsar degilim, ama durum çokta iç açici gözükmüyor. Insan umutlu olmak istiyor!

Sizce Türkiye ulus-devlet yapisindan uzaklasacak mi? Yerine ne ikame edilecek?

Aslinda Türkiye’nin önündeki seçenek ulus-devlet yapisindan uzaklasip uzaklasmamak degil. Asilmaya çalisilan otoriter tekçi anlayis, yasalar ve yapilardir. Bu anlayis ve yapilar kendisini sig bir ulus-devlet, yani kaba bir devlet yekpare/homojen kültür birlikteligi, anlayisi ile tanimlamaktadir. Sorun bu ulus-devlet yapisinin demokratiklesip demokratiklesmeyecegidir. Aslinda bu tarz bir degisim de ulus-devlet yapisinin dönüsmesidir, tam mânâsiyla yok olmasi degil. Söyle açayim; su an dünyada birkaç devlet (Kanada, Belçika, Isviçre gibi) hariç çokuluslu devlet yok gibi. Nerdeyse hepsi bir millet ya da kültür tarifine dayanmaktadir. Batidaki demokratik ülkelerin kimisi ABD’nin dayandigi Amerikali tarifinde oldugu çok genel bir kimlik tanimina sahiptir, kimisi de Almanya örnegindeki gibi organik, yekpare bir etnik grup tanimina—ki bu da dönüsmektedir—sahiptir. Egitim sistemi ve vatandaslik tanimi agirlikli olarak belirli bir milliyetçilige dayanmaktadir. Sorun bu yapilarin farkliliklari ne kadar kapsadigi, sisteme entegre ettigi yani daha fazla demokratik çogulcu olup olmadigidir. Dolayisiyla hâlâ agirlikli olarak nerdeyse tüm ülkelerde, demokratik gelismis olanlarda dâhil buna, ulusal/millî olana referans hâlâ hâkimdir. Aslinda demokrasiyi kabaca halk iktidari, yönetimi diye tarif ediyoruz. Bunu dedigimiz anda “Halk kim?” sorusu soruluyor. Iste bu noktada halkin tarifinde kimlik tartismasi ortaya çikiyor. Bu durum 20. yüzyilin ikinci yarisina kadar bazi gruplarin çikip kültürel haklar talep etmesine kadar ciddî bir sorun teskil etmedi. Batida demokrasinin gelisimine baktigimiz önce sivil haklarin, 19. yüzyilda siyasal haklarin ve sonrasinda sosyal haklarin gelistigini görüyoruz. Ne var ki, kültürel hak talebi, devletin dayandigi yekpare kültür ve kimlik anlayisina bir reddiye idi. Liberal demokratik devlet bu yeni duruma adapte olmada sikinti yasadi, hâlâ da yasamaktadir. Iste tam da bu noktada, toplumdaki tüm çesitliligin resmi olarak taninmasi ve sisteme entegre edilmesi için gerekli olan sey genel bir kamusal kimlik tanimi olarak gözükmektedir. Bu kimligin agirlikli olarak siyasal temelde tanimlanip bireylerin hak ve özgürlüklerine dayanmasi gerekir ki kapsayici olabilsin. Bu siyasal ve haklar temeline ek olarak, genel siyasa altindaki vatandaslarin paylasacaklari bazi ortakliklara—ortak tarih, ortak cografya, ortak bazi degerler—hâlâ ihtiyaç vardir. Türkiye aslinda bu ortakliklar anlaminda sanslidir. Türkiye’deki ciddî eksiklik insan hak ve özgürlüklerini temel referans alan ve bütün farkliliklari siyasal ve yasal olarak kucaklayan bir siyasadir.

AB normlari sizce yeni yapilanmada ne kadar degerli ve önemli?

Bildiginiz gibi, son yillarda Türkiye, isleyen demokrasiye sahip ve ekonomik olarak kalkinan bir Müslüman ülke olarak diger Islâm ülkelerine model olarak sunuldu. Bu önemli bir gelismedir, ancak biraz da yanilticidir. Birçok kisi bu algiyla yanilarak artik bizim AB’ye ihtiyacimiz yok diyor. Aslinda Türkiye demokratiklesen ve rekabetçi ekonomiyi oturtmaya çalisan bir ülke. Türkiye’nin modeli de AB’dir, onun siyasal ve sivil normlari ve prensipleridir. Son yirmi yilda Türk demokratiklesmesinde ve ekonomik büyümesinde AB itici bir güç olmustur. Dolayisiyla vesayetçi sistemi tamamen kaldirmaya ve demokrasisini tüm kurum kurulus ve degerleri ile pekistirmeye çalisan Türkiye için AB hâlâ çok elzemdir. Ve bu istikametten, yani üyelik perspektifinden çikmamasi lâzimdir. AB, basindan beri, demokratiklesmenin, sivillesmenin, siyasal ve ekonomik büyümenin motoru oldugu kadar tüm bu süreçlere tarihsel bir mesrûiyette saglamaktadir. Özellikle yeni anayasa yapiminda ve kültürel çesitlilik (özellikle de Kürt) sorunun çözümünde AB ülkelerinin izledikleri politikalar bize yol haritasi çikarmada ve politika üretmede kilavuzluk edecektir. Meselâ en son yapilan referandumdan önce parti kapatma ile ilgili düzenlemede Venedik kriterleri hem siyasal ve yasal zemin, hem de mesrûiyet saglamistir.

Türkiye’nin demokratiklesmesini geciktiren sebepler sizce nedir?

Demokratiklesmenin tam olabilmesi için birinci sart toplumdan ciddî örgütlü bir talebin olmasidir. Bu olmadigi sürece, eger toplumsal gruplar kendilerine verilen ile yetinirse sistem demokratiklesemez. Böyle bir yapida çok rahatlikla birileri vesayet sistemi kurabilir. Yakin zamana kadar Türkiye’de oldugu gibi. Devletten hak talep eden toplumsal gruplarin varligi önemli dedik, buna paralel bu gruplarin da kendilerinden farkli gruplara, degerlere ve çikarlara saygili olmasi ve onlari ayni ölçüde mesrû saymasi gerekmektedir. Meselâ din-devlet iliski anlaminda devletin uyguladigi radikal laikçi politikalar dindarlari baskilamis sindirmis ve hatta degistirmeye çalismistir. Simdi demokratiklesme için devletin daha ilimli, inançlara saygili bir laikligi benimsemesi gerekmektedir. Ayni sekilde hak talep eden dinî gruplarin da ayni ölçüde sekülerlesmesi gerekir. Türkiye’de basörtüsü konusu buna güzel bir örnek olusturur. Ilk baslarda basörtüsü ile ilgili talep devletin tekçi anlayisina karsi çatismaci bir dille inanç sorunu olarak lanse edildi. Sonra yavas yavas kisi hak ve özgürlükler ve kadin haklari çerçevesinde yani seküler kavramlarla talepler dile getirilmeye baslandi. Ve diger dislanmis gruplarin hak talepleri ile birlikte dile getirilmeye baslandi. Bu sekülerlesmeye güzel bir örnektir. Türkiye hâlâ bu anlamda sorunlar yasamaktadir. Etnik Kürtçü ve bazi Alevi gruplar hala hak talep ederken ötekini dislayan, düsmanlastiran bir söylem kullanmaktadir. Aslinda yasadigimiz toplumsal ve kültürel dönüsüm sancisidir.

Demokratiklesmenin önündeki diger bir sikinti, belki en önemlisi, Türkiye’deki vesayet sisteminin çok güçlü ve ciddî anlamda hem dikey hem de yatay olarak devlet ve toplum düzeyinde örgütlenmis olmasidir. Burada bazi bürokratlar ile bazi sivil güçlerin ittifaki söz konusu. Bence en önemli ayaklari finansal güçleri, özellikle de büyük sermaye ayagi. Ama bu yapi ne kadar güçlü olur ise olsun eger toplumsal gruplar siyasal ve sosyo-ekonomik olarak varliklarini daha fazla hissettirirlerse sistemin demokratik bir süreçte dönüsmesi kaçinilmaz olur. Türkiye artik bu sürece girmistir.   

Yeni dönemde askere bel baglamayan sivil bir siyaset mümkün olabilecek mi?

Bunu simdiden söylemek çok zor. Biliyorsunuz CHP ve MHP bazi Ergenekon saniklarini aday gösterdi ve vekil olmalarini sagladi. Bu aslinda bazi siyasî partiler ile vesayet sisteminin bagini gösterir bize. Ama yasadigimiz süreçte sivil alan genislemektedir ve son sekiz yildir yasadigimiz demokratiklesme süreci bir nevi sivillesme olarak da cereyan etmektedir. Kritik pozisyondaki askeriyeden temsilciler yerlerini sivillere birakti. Meselâ AB uyum sürecinde MGK’nin yapisindaki degisiklikler buna güzel bir örnek teskil eder. Ordunun sivil otoriteye, hükümete karsi olan otonomisi gittikçe daha fazla tartisilmaktadir ve sivillerin etki alani askeriyeninkine dogru genislemektedir. AB’ye uyum sürecinde bu durum daha da hizlanacaktir. Ayrica yeni anayasa bu anlamda da çok önemlidir. Tüm bürokratik unsurlarin görevleri açik bir sekilde tanimlanacak ve sivillerin emrinden halka hizmetin bir araci olduklari yasal zeminde tarif edilecektir. Tabiî ki bu bir de kültür meselesidir de. Bütün bu yapilarin demokratik kültürü içsellestirmesi ve bu anlamda kendilerinin “halkin efendisi devlet” olmadiklarini, halkin hizmetçisi olduklarini benimsemeleri gerekir. Bu da biraz daha zaman alacaktir.

Türkiye’deki çesitliligi kucaklayan bir anayasayi nasil tanimlarsiniz?

Bence sivil anayasa yapimi tartismalarinda en sorunlu alan çesitliligin metinde nasil ele alinacagidir. Daha önceden belirttigim gibi bu tüm demokrasilerin sorunudur. Batili demokrasilerde çok kültürcülük tartismalarinda en fazla deginilen nokta idi. Hala hâkim devlet biçimi bir genel kültür anlayisina dayandigi için birçok düsünür ve bilim insani çok kültürcülük politikalarinin asimilasyonu amaçladigini söylemistir. Aslinda aranmasi gereken çesitliligin entegrasyonu olmalidir. Bu daha farkli gruplarin farkliliklari ile yasal bir zeminde taninarak sistem içine dâhil edilmeleridir. Bu geçiste su anda tüm demokrasiler ciddî anlamda zorlanmaktadir. Yani sorunlu alan vatandaslardan gelen kültürel hak taleplerinin ne ölçüde ve nasil karsilanacagidir. Bu yönde anayasal vatanseverlik diyenden tutunda çok kültürlü vatandaslik diyene kadar genis bir yelpazede öneriler vardir. Detayi uzun sürer. Biz bu noktada Türkiye’ye bakacak olur isek, bizde sivil, siyasal ve sosyal haklari tam olarak kucaklayan liberal çogulcu demokrasi henüz yerlesmis degildir. Buna paralel en sert meydan okuma kültürel haklar konusunda gelmektedir.

Kültürel haklar öncelikle bireysel hak ve özgürlükler anlaminda anayasaya girmesi lâzimdir. Yani devletin tek kimlik, tek kültür dayatmasindan vazgeçtigini, ancak toplumdaki çesitliligi yasal zeminde taniyarak yapabilir. Ama daha önceden söyledigim gibi bu tanim karsilikli olmalidir. 

YILMAZ ÇOLAK KIMDIR?

1969 yilinda Görele’de (Giresun) dogdu. Ilk ve orta ögrenimin, Istanbul Esenler’de tamamladi. 1993 yilinda ODTÜ Sosyoloji Bölümü’nü bitirdi. Bilkent Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü’nden 1994 yilinda Yüksek Lisans ve 2000 yilinda da “Civilizing Process from Above: Culture and State in Turkey, 1923-1945 (Yukardan Asagiya Medenilesme Süreci: Türkiye’de Devlet ve Kültür, 1923-1945)” baslikli tezi ile Doktora derecesi aldi. 2000-2010 yillari arasinda Dogu Akdeniz Üniversitesi’nde (Kibris) ögretim üyesi olarak çalisti. Halen Polis Akademisi ögretim üyesi ola çalismaktadir. 2000 yilinda yardimci doçent ve 2007 yilinda doçent oldu. 2003 yilinda Belçika Brugge’de United Nations University’de “Misafir Arastirmaci” olarak bulundu. “Türkiye’de Devletin Kimlik Krizi ve Çesitlilik” baslikli bir kitabi ve Türkiye’de kültür-devlet iliskisi, dil ve tarih politikasi, Islamcilik-Kemalizm, Yeni-Osmanlicilik ve Kürtçülük baglaminda kimlik hareketleri ve vatandaslik siyaseti ile Kibris’da göç, milliyetçilik ve tarih yaziciligi üzerine basilmis makaleleri vardir.

H.Hüseyin Kemal -hhkemal@yeniasya.com.tr


Sayfayı Yazdır | Pencereyi Kapat | Resimleri Gizle