Sayfayı Yazdır | Pencereyi Kapat | Resimleri Gizle


Atatürk ve Kadın


Açıklama:
Kategori: Köşe Yazarları
Eklenme Tarihi: 18 Şubat 2017
Geçerli Tarih: 30 Nisan 2024, 21:24
Site: Görele Sol Platformu
URL: http://www.gorelesol.com/yazar.asp?yaziID=24087


ATATÜRK VE KADIN

ATATÜRK’ÜN KADIN HAKLARI KONUSUNDAKİ FİKİRLERİ VE BU ALANDA GERÇEKLEŞTİRDİĞİ KÖKLÜ DEĞİŞİKLİK

Atatürk Meşrutiyet döneminin bütün düşünce akımlarım ilgiyle izlemişti. Ülkesinin sorunlarını yakından incelemiş, bunlar üzerin­de çok düşünmüştü. Türk kadınını “ikinci sınıf” insan durumundan kurtarmanın zorunlu olduğu sonucuna ulaşmıştı.
Yüzyıllardır, yarım tedbirlerle bir yere varılamamıştı. Yarım tedbirlerle ne hukuk ne de eğitim çağdaşlaşabilir, ne Türk kadını ne de ülke kurtarılabilirdi.
Tek bir çıkış yolu vardı. Devlet yapısını, eğitimi, hukuku, kadının statüsünü lâikleştirmek, kimsenin dinî inancına ve vicdan hürriyetine karışmadan din ile devleti, din ile hukuku ayırmak; aklın ve çağın gerektirdiği yola girmek.
Atatürk’ün kadın hakları konusunda getirdiği büyük ve köklü değişiklikler, ancak akılcılığın ve lâikliğin benimsenmesiyle başarılabilirdi.
Atatürk’ün daha 1916’da, Doğu Cephesinde komutan olduğu sırada, karargâhındaki arkadaşlarıyla sohbet ederken, kadınlara sosyal haklar tanınması; annelerin iyi yetiştirilmesinin topluma sağlayacağı yararlar; çalışma hayatında kadınlara da yer verilmesi gibi konulan ele aldığını, yayınlanan “Hâtıra Defteri’nden anlıyoruz.
1918 de tedavi amacıyla bulunduğu Karlsbad’da tuttuğu not­lar da gösteriyor ki, bir gün, gerekli yetki ve kudrete sahip olursa, sosyal hayatta istenen inkılâbı “bir anda gerçekleştirmeyi” daha o tarihte düşünmüştür.
1923 yılının Ocak ayında, Cumhuriyetin ilânından dokuz ay önce, Atatürk, İzmir’de halkla konuşurken kadın konusundaki düşüncelerini cesaretle açıklamıştır:
“… Bir toplum cinslerden yalnız birinin yüzyılımızın gerektirdiklerini elde etmesiyle yetinirse, o toplum yarı yarıya zayıflamış olur.. . Bizim toplumumuzun uğradığı başarısızlıkların sebebi kadınlarımıza karşı ihmal ve kusurun sonucudur… Bir toplumun bir uzvu faaliyette bulunurken öteki uzvu atâlette olursa, o toplum felce uğramış demektir.
Bizim toplumumuz için ilim ve fen lüzumlu ise, bunları aynı derecede hem erkek ve hem de kadınlarımızın elde etmeleri gerekir.
Kadının en büyük görevi analıktır. İlk terbiye verilen yerin ana kucağı olduğu düşünülürse, bu görevin önemi tam olarak anlaşılır. Milletimiz güçlü bir millet olmağa azmetmiştir. Bunun gereklerinden biri de ka­ri ularımızın her konuda yükselmelerini sağlamaktır. Bundan dolayı, kadınlarımız ilim ve fen sahibi olacaklar ve erkeklerin geçtikleri bütün öğretim basamakların­dan geçeceklerdir.. Kadınlar toplum yaşamında erkek­lerle birlikte yürüyerek birbirinin yardımcısı ve destek­çisi olacaklardır”.
Atatürk Türk kadınının cevherini, yüksek değerini yakından görüp tanımıştı. Şehirlerde, saraylardan yayılan kötü âdet­lerin etkisi altında, kafes ardında yaşayan kadınlar vardı. Ancak, bir de, yurdun her köşesinde, kocasıyla omuz omuza üretim çabalarına katılan köy kadınları vardı. Atatürk onlardan saygıyla söz eder:
“… Tarlalarda erkeklerle birlikte çalışan, merkeplerine binerek öteberi satmak için kasabadaki pazar yerine giden, oralarda bizzat yumurta ve tavuğunu, buğdayını satan, ondan sonra kendisine gerekenleri bizzat satın alan, köyüne dönen ve çalışmalarının hepsinde koca­larına, kardeşlerine yardımcı olan kadınlar… Ben bu kadınlar arasında kocalarından daha iyi iş anlayanlara ve hesap yapanlara rastladım”.
Atatürk’ün Türk kadınına beslediği saygı, Bağımsızlık Savaşı’ndaki tecrübeleriyle iyice perçinleşmiştir. 1923 yılında, Konya’da konuşurken, bu saygısını büyük bir içtenlikle dile getirir:
“… Dünyada hiçbir milletin kadını, ‘Ben Anadolu kadı­nından fazla çalıştım…, milletimi kurtuluşa ve zafere gö­türmekte Anadolu kadını kadar emek verdim’ diyemez. … Belki erkeklerimiz memleketi istilâ edenlere karşı süngüleriyle, düşmanın süngülerine göğüslerini germekle düşman karşısında hazır bulundular. Fakat erkekleri­mizin teşkil ettiği ordunun hayat kaynaklarını kadın­larımız işletmiştir… Çift süren, tarlayı eken, orman­dan odunu, keresteyi getiren, mahsulleri pazara götüre­rek paraya çeviren, aile ocaklarının dumanını tüttüren, bütün bunlarla beraber, sırtıyla, kağnısıyla, kucağındaki yavrusuyla yağmur demeyip, kış demeyip, sıcak demeyip cephenin harp malzemesini taşıyan hep onlar, hep o yüce, o fedakâr, o ilâhî Anadolu kadınları ol­muştur. Bundan ötürü, hepimiz bu büyük ruhlu ve büyük duygulu kadınlarımızı, şükran ve minnetle son­suza kadar aziz ve kutsal bilelim”. 
Türk kadınlarının, kendilerine tanınan hakları, bir mücadele vermeden kolayca elde ettiklerini söyleyenlere en iyi cevap Atatürk’ün bu sözleridir.
Kadınlara milletvekili seçme ve seçilme hakkının verilmesi ile ilgili görüşmeler sırasında da, aynı gerçek BMM kürsüsünden belirtilmiştir :
“Türk kadınına bu hakkın bir lütuf olarak verildiği kanaatinde değiliz. Kimse bu kanaatte olamaz. Bir memlekette ki, yurdun her tarafı istilâya uğradığı zaman, kadınlar ateş altında erkeklerle beraber omuz omuza çalışırlar, memleketin geri kalan kısmını korumak ve beslemek için tarlanın kara toprağından yiyecek çıkarmaya çalışırlar, elbette bu varlıkların yurdun her köşesinde ve her tabakasında söz söylemeye hakları vardır”.
Yine aynı konuşmada haklı olarak şöyle deniyordu: “Tarih, Türk inkılâbını anlatırken, bunun bir kurtuluş olduğunu en başta söyleyecektir. Bu kurtuluşun çeşitli aşamaları içinde de, özellikle kadınların kurtulmasını anacaktır“
Türk kadını, kendisine tanınan bütün haklara lâyık olduğunu, hem söz konusu haklar tanınmadan önceki asalet ve kahramanlığı ile, hem de bu haklar tanındıktan sonra, kısa zamanda, çeşitli meslek­lerde gösterdiği başarılarla kanıtlamıştır.
Atatürk, Türk kadınlarının, şartlar elverişli olursa, hiçbir alanda erkeklerden geri kalmayacağından emindi22. Türk kadınlarının Avrupalı kadınlardan da geri kalmayacakları yolundaki inancını, Atatürk şu sözlerle belirtmiştir:
“Kadınlarımız için, asıl mücadele alanı, asıl zafer kazanılması gereken alan, biçim ve kılıkta basandan çok, ışıkla, bilgi ve kültürle, gerçek faziletle süslenip donanmaktır. Ben muhterem hanımlarımızın Avrupa kadınlarının aşağısında kalmayacak, aksine pek çok yön­den onların üstüne çıkacak şekilde ışıkla, bilgi ve kül­türle donanacaklarından asla şüphe etmeyen ve buna kesinlikle emin olanlardanım”
İyi anne olmanın kadınların en önemli görevi olduğunu hatırlatırken de, bunun ancak bilgi ve kültürle başarılabileceğini vurgular:
“Zaman ilerledikçe, ilim geliştikçe, medeniyet dev adımlarıyla yürüdükçe, hayatın, asrın bugünkü gereklerine göre evlât yetiştirmenin güçlüklerini biliyoruz. Anaların, bugünkü evlâtlarına vereceği terbiye eski devirlerdeki gibi basit değildir. Bugünün anaları için gerekli özellikleri taşıyan evlât yetiştirmek… pek çok yüksek özelliği şahıslarında taşımalarına bağlıdır. Bu sebeple kadınlarımız hattâ erkeklerden daha çok aydın, daha çok feyizli, daha fazla bilgili olmaya mecburdur­lar.”
Atatürk’ün gözünde, Türk kadınlarının içinde bulundukları haksız statüden kurtulmaları, elbette onları kişi olarak en doğal ve vazgeçilmez insan haklarından yararlandırmak açısından zorunlu idi. insanî ve ahlâkî zorunluluğun yanında, ayrıca, Türk toplumunun gelişip yükselmesi açısından da buna gerek vardı. Bu inancını, Atatürk, eşine az rastlanır bir açıklıkla ve güçlü bir üslûpla belirtmiştir:
“Son yıllardan önce de milletimiz yenileşme yolları üzerinde yürümeğe, sosyal değişmeye teşebbüs etmemiş değildir. Fakat gerçek yararlar görülmedi. Bunun sebebini araştırdınız mı? Bence sebep işe esasından, temelinden başlanmamış olmasıdır. .. . Bir toplum, bir millet erkek ve kadın denilen iki cins insandan meydana gelir. Kabil midir ki, bir kütlenin bir parçasını ilerletelim, diğerini öylesine bırakalım da kütlenin hepsi yükselme şerefine erişe­bilsin? Mümkün müdür ki, bir topluluğun yansı top­raklara zincirlerle bağlı kaldıkça diğer kısmı göklere yükselebilsin?”
Atatürk’ün ülkeyi dolaşarak kamuoyunu kadın hakları konusunda yapacağı büyük değişikliğe hazırlamasından sonra, 4 Nisan 1926’da Medenî Kanun kabul edildi ve 6 ay sonra yürürlüğe girdi.
Medenî Kanuncun kadın haklarıyla ilgili olarak getirdiği değişikliklerin bazıları şunlardır:
— Birden fazla kadınla evlenme kaldırıldı.
— Evlenme akdinin, iki ergin şahit huzurunda, resmî nikâh
memuru önünde yapılması esası kabul edildi. Resmî olmayan nikâh
hukukî açıdan geçerli değildi. Resmî evlenmeden sonra, ayrıca,
dinî nikâh kıyılması serbestti.
— Evlenmede kadın ve erkek için yaş sınırı getirilerek çok
küçük yaşta evlenmeler kaldırıldı.
— Velilerin kızları adına evlenme akdi yapabilmeleri, onları “cebr” hakkına dayanarak zorla evlendirebilmeleri usulü kalktı. Temsilci yoluyla evlenme yasaklandı. (Evlenme yaşma gelmiş olmakla birlikte 18 yaşını doldurmamış olanların evlenebilmeleri için ana-babanın izninin aranması usulünün zorla evlendirme ile ilgisi yoktur. Ana-babanın iradesi, evlenen gencin iradesinin yerine geçmez. Bu iradeye eklenir. Amaç, gençlerin korunmasıdır).
— Şer’î hukukta boşanma yetkisi bir taraflı olarak kocaya tanınmıştı. Bu bir çeşit “kovma” hakkı idi. Koca boşanma kararını, eşine bir vekil aracılığı ile de bildirebilirdi. Kocanın dayanacağı boşanma sebepleri belirlenmiş, sınırlanmış değildi. Medenî Kanun, bu haksızlığa da son vererek, boşanma konusunda erkeğe tanınan hakları kadına da tanıdı. Gerekli şartlar varsa, kadın da, erkek gibi boşanma davası açabilecekti. Boşanmada keyfîlik kaldırıldı ve boşanmanın kanunda gösterilen sebeplerden birine dayalı olması zorunluğu kabul edildi. Kanunda gösterilen sebeplerden birinin gerçekleşmiş olması halinde bile, eşlerden birinin, hatta ikisinin iradesi boşanma için yeterli değildi; boşanmaya hâkim karar vere­ bilecekti.
— Boşanma halinde, kadının ve çocuğun haklarını güvence altına alacak hükümler getirildi.
— Evli kadının ekonomik haklarını daha iyi koruyan esaslar
kabul edildi.
— Miras hukukunda cinsiyet ayrımı kaldırılarak kadın ve
erkeğin eşitliği sağlandı. 
Medenî Kanun’u, Türk kadınına siyasî hakların verilmesi izledi. 3 Nisan 1930’da belediye seçimlerinde, 5 Aralık 1934’te milletvekili seçimlerinde kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanındı. O yıllarda, henüz, Avrupa, Amerika ve Asya kıt’alarındaki birçok ülkede kadınlar bu hakları elde edememişlerdi.
İslâm ülkelerinde kadınlara siyasî hakların tanınmadığı, hatta İsviçre dahil, birçok Avrupa ülkesinde bile kadınların oy kullanamadığı bir dönemde, Türk milletinin böyle bir adımı atabilmiş olmasının önemi elbette büyüktü. Konuya karşılaştırmalı hukuk açısından bakılınca, kadın-erkek eşitliğini bir milletlerarası hukuk kuralı haline getiren İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, İnsan Hakları Sözleşmeleri henüz ortada yok iken, bundan yarım yüzyıl önce, Atatürk’ün Türk kadınına, ülkesinin yönetimine katılma hakkını tanımasının değeri daha iyi anlaşılır.
Kadınların eğitim ve meslekî çalışma haklarından oldukça geniş şekilde yararlanabildikleri bir Arap ülkesi olan Kuveyt’te, 1985 yılının yaz aylarında, yasaların şeriata uygunluğunu incelemekle görevli komisyon, Kuveyt’li kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınmasının doğru ve mümkün olmadığını hükme bağlamıştır. Üstelik, kadınların bu haktan yoksun bırakılmalarının Peygamber emri olduğunu iddia edebilmiştir.
Bununla birlikte, asıl güç olan ve büyük cesaret isteyen adım, siyasî hakların tanınması değil, Medenî Kanun’un kabulü idi. Çünkü, kadının özel hukuktaki statüsünü yeniden düzenlemek; evlenme, boşanma, miras hukukunu değiştirmek, ancak hukuku, dinî temeller yerine lâik bir temele oturtmakla kabildi.
Yeni bir Ticaret Kanunu, Ceza Kanunu veya Seçim Kanunu yapmak, Aile Hukuku’nu değiştirmek kadar zor değildi. Nitekim, Osmanlı Devleti’nin son döneminde, Ticaret Hukuku’yla, Ceza Hukuku’yla ilgili kanunlar çıkarılmıştı. Fakat Aile Hukuku’nu değiştirebilmek için Atatürk’ün gücü, kararlılığı, uzak görüşlülüğü gerekliydi. Bugün, Batı uygarlığı ile en yakın ilişkiler içinde bulunan İslâm ülkelerinde bile, Medenî Hukuku akılcı ve çağdaş hale getir­mek; evlilikte, boşanmada, mirasta kadın-erkek eşitliğini sağlamak mümkün olmamıştır. Bu ülkelerin hepsinde, 1917 tarihli Osmanlı Aile Hukuku Kararnamesi’ni andıran tereddütlü ve yarım adımlar atılmağa çalışılmakta; din otoriteleri ile devleti çağdaşlaştırmak isteyen siyasî otorite arasındaki çatışma, çeşitli dalgalanmalarla, sürüp gitmektedir. Bu sorunu çözebilen, birden fazla kadınla ev­lenmeyi kesin şekilde yasaklayıcı bir kanunu yürürlüğe koyabilen, kız çocukla erkek çocuğu eşit hale getirebilen, boşanmada taraflara eşitlik sağlayabilen tek İslâm ülkesi, Türkiye’dir. Çünkü, lâiklik ilkesini kabul ederek, hukuku lâik temeller üstüne oturtabilmiş tek İslâm ülkesi, Türkiye’dir.
Türk kadını, Türk gençleri, bunun derin anlamını iyice kavramalı ve Atatürk’ün eserine bilinçle sahip çıkmalıdır.
Kanunlarda yapılan değişikliklerin uygulamadaki sonuçları yeterli midir? 
Kız çocukların eğitimi konusunda aşılan mesafe büyük olmakla beraber, henüz eski alışkanlıklar tam olarak kırılamamıştır. “Eğitim Birliği” (Tevhid-i Tedrisat) kanununa aykırı kuruluşların çoğalması, son derecede önemli bir sorundur. Kızların çok büyük çoğunluğunun ortaokul ve liselere bile devam edemedikleri, Hukuk Fakültesinde sadece üç genç kızın okuyabildiği günler artık çok gerilerde kalmış, öğretim kurumlarının kapıları kız öğrencilere açılmıştır. Ancak, devam eden sorunları görmezlikten gelemeyiz.
Kadınların sadece ebelik, hemşirelik, bir ölçüde öğretmenlik yapabildikleri, öteki mesleklerin genellikle erkeklerin tekelinde bulunduğu günler de tarihe gömülmüştür. Bugün, Türk “irfan ordusu”-nun büyük bir bölümü kadın öğretmenlerden oluşmuştur. Üniversi­telerimizde, hemen hemen her bilim dalında, kadın öğretim üyeleri­miz, araştırmacılarımız vardır. Sanatçı, yüksek mahkemelerde üye veya daire başkam, hâkim, savcı, avukat, hekim, eczacı, mühendis, hariciyeci, iktisatçı, genel müdür, işletmeci, bankacı, fizikçi, kimyacı, matematikçi vb. olarak akla gelebilecek mesleklerin hemen hepsinde, kadınlarımız başarıyla hizmet görmektedirler.
Ancak, özellikle kırsal kesimde ve yurdumuzun uzak köşelerinde, kız çocuklarının bir kısmı okula gönderilmektedir. Kadın nüfusta, okur-yazar olmayanların oranı hâlâ yüksektir. Kanun gereğince zorunlu olan ilköğretimden sonra, yetenekli kız çocuk­larını okula göndermeyen ailelerin sayısı az değildir. Bütün bu alan­larda, yüzyılların alışkanlıklarını kırmak için, daha geniş çabalara ihtiyaç vardır.
Atatürk’ün birçok Avrupa ülkesinden önce Türk kadınına tanıdığı siyasî hakların kadınlarımız tarafından yeterince kullanılıp kullanılmadığı da, ülkemizde sık sık tartışılan bir konudur.
Türkiye, seçimlere katılma oranının, birçok köklü demokrasilere göre, yüksek olduğu bir ülkedir. Bu oranların yüksekliği, kadınlarımızın oylamaya katılarak yurttaşlık ve seçmenlik görevlerini yerine getirdiklerini gösteriyor. Seçilme hakkından yararlanabilme konusun­da durum biraz farklıdır. Parlâmento’ya 1934’te 18 kadın millet­vekili girmişti. Çok partili döneme geçilince, bu sayı azaldı. 1983 seçiminde yeniden bir artış görüldü. Türkiye’de milletvekilliği gö­revini en iyi şekilde yapabilecek pek çok kadın bulunduğu şüphe götürmez. Ancak, adaylığın gerektirdiği parti içi ve partiler arası mücadeleler, bazı aydınlarımıza çekici gelmediği gibi, kadınlarımıza da çekici gelmemektedir, öte yandan, partilerin, kadınlardan çok daha fazla sayıda erkek aday göstermeleri, aslında, Türkiye’ye özgü bir durum değildir. Elli yıllık zaman diliminde, Türkiye’de parlâmentoya giren kadın üye sayısı ile başlıca demokratik ülkelerdeki sayılar karşılaştırılınca, arada çok büyük farklar bulunmadığı görü­lür.Zaman ve genel eğitim düzeyindeki ilerlemeler, kadınların siyasî hayata daha aktif şekilde katılmalarım sağlayacaktır.
Uygulama ile ilgili en önemli ve düşündürücü sorunlar, Aile Hukuku alanındadır. Ülkemizde, hâlâ resmî nikâh dışında, sadece imam nikâhı ile yapılan birleşmeler vardır. Bu gibi yasa dışı “evlenmeler” hem kadınların, hem çocukların kanunî hakları bakımından son derece büyük sakıncalar doğurmaktadır. Resmî nikâh belgesi gösterilmeden yapılan yasa dışı dinî nikâhların, az sayıda da olsa, “birden çok kadınla evlenme” olayına imkân hazırladığı da meydan­dadır. (1945 nüfus sayımı sonuçlarında, evli kadın sayısı, evli erkek sayısından 97 bin fazla görünüyor. Daha sonraki sayımlarda da iki sayı arasında fark görülmüştür. Ancak, ailesini yurt içinde bıra­karak yurt dışında çalışan çok sayıda erkek yurttaş bulunduğu için, özellikle 1960’tan sonraki nüfus sayımlarında, evli erkek ve evli kadın sayılarının eşit olmaması “çok kadınla evlilik” olayının bilimsel ölçütü olarak kullanılamaz).
Medenî Kanuncun getirdiği aile yapısının, bugün artık Türk yurttaşlarının büyük çoğunluğunca benimsendiği ve bundan geri dönülemeyeceği açık bir gerçektir. Bununla birlikte, bu Kanuncun hükümlerine uymayan uygulamaların sona erdiği söylenemez.
Bu sorunun çözümü için de, çare, bir yönü ile eğitim’dir; bir yönü ile de, lâik devlet ilkesine sımsıkı bağlı kalarak bu ilkeden asla ödün (tâviz) verilmemesidir. Dinî nikâh kıyanların yasalara saygılı olarak, resmî nikâhın yapıldığına ve sicile kaydolunduğuna dair belge istemeleri, çok sayıda kadınla yasa dışı “evlilik”leri önler; kadınları ve çocukları bin türlü dertten korur.
Atatürk’ün kadın hakları ve kadının statüsü konusunda bundan 60 yıl önce ileri sürdüğü görüşlerin ve uygulamaya koyduğu ilkelerin, uzun yıllar sonra, insan Hakları Bildiri ve Sözleşmelerinde ve uygar ülkelerin Anayasalarında yer aldığını görüyoruz.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası da, “herkesin, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşit” olduğunu hükme bağlamıştır (Madde 10). Anayasa, ayrıca “Aile Türk toplumunun temelidir” ilkesini benimsemiştir. Devlete, özellikle ananın ve ço­cukların korunması görevini vermiştir (Madde 41). Böylece, Ata­türk’ün bu konudaki başlıca düşünceleri, Anayasa emri haline gel­miştir.
1985’te, Nairobi’de, “kadın için eşitlik” konusunu görüşmek üzere Birleşmiş Milletler Teşkilâtının düzenlediği bir dünya konferansı toplandı. Ortaya çıkan gerçek şudur ki, dünyada pek çok milletin kadınları, Atatürk’ün Türk kadınına sağladığı haklara kavuş­mak için daha uzun yıllar mücadele etmeğe mecbur olacaklardır.
Atatürk’ün bu konuyla ilgili görüşlerini ve Türk milleti’nin O’nun önderliğinde gerçekleştirdiği atılımı bütün dünyaya daha iyi anlatıp tanıtmak görevimizdir.
Bundan daha büyük önem taşıyan asıl görev ise, Atatürk’ün, çok çetin güçlüklere rağmen, kadının hakları ve statüsü konusunda gerçekleştirdiklerini koruyup kökleştirmek, O’nun ilkelerine sahip çıkmak ve bu ilkelerin aşınmasına imkân vermemektir.


Sayfayı Yazdır | Pencereyi Kapat | Resimleri Gizle