Sayfayı Yazdır | Pencereyi Kapat | Resimleri Göster
Açıklama:
Kategori: Köşe Yazarları
Eklenme Tarihi: 30 Mart 2016
Geçerli Tarih: 02 Mayıs 2024, 20:13
Site: Görele Sol Platformu
URL: http://www.gorelesol.com/yazar.asp?yaziID=22847
GERİDE MOR SALKIMLAR KALDI
Sen gittin gideli kim bilir kaç bahar geldi ve ben, kim bilir kaç kere
daha senin hayalin ile boynu bükük açtım çiçeklerimi.
Köşkün bembeyaz ahşap duvarının dibine minicik bir fidan olarak
ekildiğimde, buralar boy boy meyve ağaçlarıyla çevrili, önündeki dar yoldan
geçen at arabalarının tozları ile dumanlı, boğazdan esen rüzgarın taşıdığı mis gibi
deniz kokusu ile doluydu.
Asmalardaki üzümler yanındaki elma ağacının üzerini de kaplamış, beyaz
ve kara dutun dalları birbirine dolanmıştı. Çiftliğin çocukları en çok dut ve
erik ağacına tırmanmayı severdi. Paşa baba köşkü çevreleyen, boğazdan başlayıp
dik yamacın en tepesine kadar uzanan çiftliğinin her ağacını tanır, hasat
zamanı düzenlediği şenlikle saraydan gelen misafirlere meyvelerini gururla
ikram ederdi.
Ağaçlarıyla ilgilenirdi ilgilenmesine
de en çok bahçesindeki çiçeklerine özenir, sabah namazından sonra yanımıza
gelir, hepimize taktığı isimlerle hitap eder, uzun uzun sohbet ederdi.
Ben o çelimsiz fidan halimle ilk bahara ancak birkaç dal mor salkım
açtığım yağmurdan sonraki bir sabah yanıma geldi. Tüm yapraklarım, üzerine
sinmiş hafif tütün kokusuna karışan, geriye doğru yapıştırarak taradığı
saçlarından gelen sabun kokusuyla doldu. Eğilirken yeleğinin cebindeki saatinin
kordonunun hafifçe şıngırdadığını duydum. Muharremzade Paşa’nın sesi de,
konuşurken tomurcuklarıma değen nefesi de ipek gibi yumuşacıktı.
Güneş sabah ışığını üzerime çevirdiğinde yapraklarımdaki su damlaları
parlıyor, ince gövdem dallarımı taşımakta zorlanıyordu. Minik çiçeklerimi
şefkatle okşarken gözlerini kapadı, yavaşça burnunu yaklaştırıp, derin derin
içine çekip kokladıktan sonra “Ufağım sen, zarafetinle, asil renginle, kokunla,
zengin ve lütufkar çiçeklerine bu evi mutlulukla sarmalayacaksın, çiçeklerini
tam da kızım doğduğu gün açtın, size aynı isimle sesleneceğim, mor renk
anlamına gelen Leylaki diyeceğim” diye fısıldadı.
Benim çiçeklerim ile senin hayata gelişin sadece isimlerimizi değil,
sen gidene kadar bütün hayatımızı da birbirine dolayan, evi saran dallarım gibi
sarılıp bir bütün oldu.
Her ilk baharda, paşa babayı mutlu etmek ve sana biraz daha yaklaşmak
için azimle büyüyüp, eve daha da hızla tırmanırken, sen bahçeye indiğinde
çiçeklerimi o minik tombul ellerinle alıp, içinde sakladığım bal tadındaki
damlaları emerek, kokumu içine çekip, çiçeklerimden taç yapıp saçlarına takarak
büyüdün.
Boyunla birlikle hızla uzayan, bahar güneşinde aralarına saklı bakır
renkleri ile parlayan dalga dalga saçların, hep gülerek ve merakla ışıldayan,
bana bakarken içinde sanki mor parıltılar saklı gözlerin ile bir Leylaki
olduğunu tüm dünyaya ilan ediyordun.
Yağmuru bol bahar sabahlarında uyanır uyanmaz pencerenin koca ahşap
camını sürgüsünden yukarıya gıcırdayarak kaldırıp, üzerindeki beyaz, yakası
dantelli, kolları uzun gecelik entarinle başını dışarıya uzatıp önce
ıslandığında yoğunlaşan toprağın, bahçenin tüm çiçeklerinin kokusunu içine
çeker, sonra yüzünde benimkinden daha gösterişli çiçekler açtıran o kocaman
gülümsemenle seslendirdin;
“Leylaki, seni duyuyorum. Kokunu tüm bahçenin güllerinden,
hanımellerinden, hatta tam arkandaki kocaman ıhlamurdan bile önce duyuyorum”
derdin. Kokusu olmayan rengarenk zarif laleler, göğe uzanan yüzlerini daha da
gösterişle sana doğru açar, güller koca yapraklarını biraz da kıskançlıkla
sallarken, bahçeyi çevreleyen çiçeğinin rengine bile adına vermiş erguvan
ağaçları binlerce minik çiçeğinin hepsi dikkatini çekmek için yüzünü sana
dönerdi. Ve ben işte o an gururla gerinir, en az birkaç boy daha atar, dünyanın
en güzel kokan, en güzel görünen salkımını senin pencerenin etrafına dolarken
mutluluktan kendimden geçerdim.
Koca dağlardan aşağı dökülen bir çağlayan kadar görkemli mor
salkımlarım, bütün şehrin dilindeydi. Sırf beni, o kokusuyla da insanın içine
işleyen çiçeklerimi görmeye Üsküdar’dan bile sandallarla gelirlerdi. Faytonlar
ön yoldan geçerken yavaşlar, atlar toprakta sert ama ufak adımlarla giderken,
sanki daha az toz kaldırmaya özenirdi. İçindekiler gözlerini kapatıp önce
kokumun tadına varır, sonra tüm şehrin hayranlıkla baktığı Muharremazadelerin
Leylaki konağının ihtişamını seyrederlerdi.
Baharın tadını doyasıya yaşadıktan sonra, bir Nisan sabahında yeniden
çiçeklerini açıp seninle buluşmayı hayal ederek aylar süren derin uykuma
çekilirdim. Köşkün tamamını çevrelediğim çiçeklerimi mutlulukla açıp, seni
sürprizimle karşılamaya uyandığım bir sabah, dünya başıma yıkıldı.
Evde kimse yoktu.
Her penceredeki çiçeklerim, tavandan sarkan kocaman dallarım, binaya
yapışmış tüm gövdem ile günlerce seslendim. Evi sarstım. Çiçeklerimi evin ahşap
aralıklarından içeriye bıraktım ama ne bir iz gördüm, ne de bir ses duydum.
Evde kimse yoktu.
Günlerce çaresizlik içinde ağladım. Konağın her köşesindeki milyonlarca
çiçeğimin içindeki balları gözyaşı olarak döktüm. Her sabah köşedeki minareden
gelen ezan sesi ile uyanıp, rüzgar esmese bile kendimi sallayarak tüm
çiçeklerimi, yapraklarımı sanki bir tufana yakalanmışım gibi sallayıp bağırdım.
Ama kimse beni duymadı. Morlarım soldu, kokum kayboldu.
Zaman öylece geçip giderken bir gün koca kökümün dibinde, toprağın
hemen altında, hafifçe yan yatmış, üzerine düşen yumuşacık akşam güneşinde
parıl parıl parlayan ufacık bir mor salkım çiçeği fark ettim. Üzüntüden yorgun
düşmüş yapraklarımı aralayıp, o parlak çiçeği dallarımın arasına aldığımda,
Bundan iki sene önce Muharremzade Paşa babanın sana 18 Nisan 1922 günü, tam on
dört yaşında olduğunda hediye ettiği ametist taşlı küpe ile göz göze geldim.
Nadide annenin kendi elleri ile ucuna adının baş harflerini, ortasına
da bir dal çiçeğimi işlediği kesenin içindeki küpeyi gördüğündeki sevinçle dolu
hafif bir çığlık atıp, önce annene sonra babana sarılıp, salonun ortasında
nasılda döne zıplaya dans etmiştin. Yaprakları altından, başını sallayınca
birbirine çarpan minicik çiçekleri mor taşlardan yapılmış küpeyi kulaklarına
taktığında sen mutluluktan ağlarken, Muharremzade paşa ise yüzünü pencereye
dönüp Allaha şükretmiş, gözlerine biriken yaşları zor saklamıştı.
Onu köklerimin arasına alırken, gövdemin kenarında, tam o küpenin
yanında düzgünce kesilmiş dalı fark ettim. İşte o an dünya başıma yıkıldı. Bana
kendinden bir parça bırakırken, yanına bir dal sürgünümü alarak veda ettiğini
anladım. Bir daha dönmemek üzere gitmiştin. Hissettiğim acı, gövdemi kesen koca
bir balta gibi yüreğimi parçalarken sustum. Yıllarca sessiz kalan bu ev gibi
bende bir daha hiç kokmamak üzere sustum.
Sen gittin gideli, kim bilir kaç bahar geldi Leylaki. Budanmamış
dallarım canımı yakıyor, susuz kalan köklerim yavaşça çatlıyor ama en çok
çiçeklerimi seven eller, bana fısıldayan sesler olmayınca zorlukla açıyorum
gözlerimi. Ölürken beni de yanında götürecek bu eski virane evin akıbetiyle
belki de bir daha hiç açamayacak olduğumu bilerek döküyorum çiçeklerimi
bahçedeki bakımsız otların arasına.
Yapraklarında hissettikleri
sıcak bir nefes, çiçeklerinin kokusunu almaya yaklaşan yüzler olmayınca önce
güller dayanamadı, sonra hanımelleri ve evin arkasındaki koca manolya ağacı
göçtü gitti. Ihlamur kaderine razı şifa kokan sarı çiçeklerini açıyordu ki, bir
gün evin etrafını kazmaya başladılar. Elmaların, kirazların, eriklerin hepsini
keserken, onu da söküp attılar. Toprağa, simsiyah kötü kokan zift döküp yol
yaptılar, yanlarına gölgesi ile güneşimi, varlığı ile boğazdan aldığım havamı
kapatan kocaman binalar diktiler. Bir erguvan kaldı bu eskimiş evin yanında,
bir de her sene yavrularını doğurmaya gelen sessiz, sakin kediler.
Ben, her bahar ilk tomurcuğumu önce unutup sana kokmak için açıyor, tüm
çiçeklerimle gördüğümde yokluğunu acıyla fark ediyorum. Artık boğazın poyrazına
bile zor dayanan köşkün halen yaşadığını, birlikte nefes aldığımızı anlayınca
dallarıma yerleşen buruk bir tebessümle, son kalan birkaç yaşlı çiçeğimi inatla
pencerene dolayıp, anıların arasında geziniyorum.
ayçE ayyıldız