Sayfayı Yazdır | Pencereyi Kapat | Resimleri Göster


Güneyden gelen tehdidin ayak sesleri


Açıklama:
Kategori: Köşe Yazarları
Eklenme Tarihi: 03 Ağustos 2015
Geçerli Tarih: 29 Nisan 2024, 21:14
Site: Görele Sol Platformu
URL: http://www.gorelesol.com/yazar.asp?yaziID=21750


GÜNEYDEN GELEN TEHDİDİN AYAK SESLERİ

Dünya coğrafyasına baktığımız zaman,dünyanın jeopolitik önemi ve büyük birçok yerleri olduğu görülür. Mesela bunlardan biri, Akdeniz'i Atlantik Okyanusuna bağlayan Cebelitarık Boğazı ve Kızıl Denizi Hint Okyanusuna bağlayan Aden Boğazıdır. Tarihte, adı geçen denizler ve okyanuslara hakimiyet demek, bu denizler ve okyanusların çıkış kapıları olan bu boğazlara sahip olmak demektir. Dünyada süper güç olmak isteyen ve olan bütün devletler, bu sebepten bu iki boğazın kendi hakimiyetlerinde olmasını istemişlerdir. Tarihi en yakın örnek olarak, dünyanın her tarafında sömürgeleri bulunması sebebiyle, kendisine "Üzerinde güneş batmayan imparatorluk" sıfatı takılan İngiltereyi gösterebiliriz. 

İngiltereyi, en büyük sömürgesi olan Amerikayı kaybettikten sonra (Amerika 1776'da bağımsızlığına kavuşmuştu) en kârlı sömürgesi haline getirdiği Hindistan'a götüren en kestirme deniz yolu, Cebelitarık Boğazı - Akdeniz- Kızıl Deniz - Aden Boğazı üzerinden giden yoldur.  "İngiltere'nin Hindistan Yolu" da denilen İngiltere için bu yolun korunması, onun için "Hayat memat meselesi" olmuş ve adı geçen devlet, bu yolun korunması için savaşa da başvurmak dahil her türlü tedbiri almıştı. Bu tedbirlerden birisi de, "Kuzeyden Gelen Tehdit" denilen Çarlık Rusya' sının Osmanlı Devletini yıkarak, İstanbul ve Çanakkale Boğazlarını ele geçirmek suretiyle "Sıcak Denizler" denilen Akdeniz ve Basra Körfezi'ne inmesini önlemek olmuş, bunun için İngiltere, Osmanlı İmparatorluğunu kendisi işgal edemese bile, en azından onu 1783 - 1878 zaman diliminde kendi nüfuzu ve korumasına alarak Kuzey'den Gelen Tehdide karşı korumuştur. Görülmektedir ki, İngiliz siyaseti ve askeri hakimiyeti için üçüncü ve dördüncü önemli jeopolitik alanlardan birisi de İstanbul ve Çanakkale Boğazları olmuş, "Dört Boğazlar" da denen bunlara İngiltere süper güç olmak ve olduktan sonra bunu korumak için bunlar üzerinde kendi hakimiyetini ve nüfuzunu kurmuştur.                                                           

Fatih Sultan Mehmet, 1453'de İstanbul'u fethedince, Osmanlı Devleti dünyanın birinci süper gücü haline gelmişti. 1774 yılına kadar bu gücü tam 321 yıl sürdürdü. Bu tarihten sonra ise, süper güç oluşunu İngiltere'ye kaptırdı. İngiltere'nin de süper güçlüğü 1946'ya kadar tam 172 yıl sürdü. 1946'dan sonra süper güç oluşunu Amerika Birleşik Devletleri'ne devretti. Amerika halen 67 yıldır dünyanın süper gücü oluşunu sürdürmeye devam ediyor. 

Türkiye, Güney ve Kuzey'den gelen tehditler sebebi ile, İngiliz nüfuzuna girmiştir. Mustafa Reşit Paşa'nın Osmanlı Devletini İngiltere'nin nüfuzuna sokuşunun ilk iki tezahürü , 1 - 16 Ağustos 1838 tarihinde imzalanan "İngiliz Ticaret Antlaşması" ile ortaya çıkmıştır. İngilizler, Türkiye'ye yönelik Güney'den ve Kuzey'den gelen iki tehdit sebebiyle kendi lehlerine iki avantajlı durum yakalamışlardı. Türkiye'yi bu tehditlerden kurtaracaklardı ama, bu karşılıksız olur muydu hiç? Zaten İngiltere Sanayi Devrimini çoktan yapmış, seri üretim teknolojisi ile İngiltere'de mamul mal varlığı artmış, bunları sevk için zengin ve güvenilir pazarlar aranmaya başlanmıştı. Bu uğurda göze kestirilen alan, uçsuz bucaksız sınırlara sahip büyük ülke Osmanlı İmparatorluğu olmuştu. Yani İngiltere karşılığını fazlasıyla alacaktı.İngiltere ile imzalanan "Ticaret Antlaşması" aleyhimize çok ağır şartlar taşıdığını ve bu ağır şartların Osmanlının sonunu hazırlamıştır da diyebiliriz.                                             

Süleyman Kocabaş, "Türkiye'nin Kaderi" kitabında diyor ki:"1850'lerde dünyada "Almanya" adıyla anılan bir devlet yoktu, Almanya denilen coğrafi alanda 35 adet küçük "Alman Devletçikleri veya dukalıkları" vardı. Ayrıca, Almanların, Abdülhamid'i tasfiye etmek için, Enver Bey ve arkadaşlarını kullandılar" diyor. Sonra da"ülke ve devletin kurtulması uğrunda Meşrutiyet'in ilanı için" denilerek, Balkanlarda, başta yüzbaşı Enver Bey olmak üzere, iki yüzbaşı arkadaşı Resneli Niyazi bey ve Eyüp Sabri bey, emirlerindeki askerlerle Balkan dağlarına çıkarak Sultan II. Abdülhamid'e karşı isyan ettiler. dedikten sonra, "Osmanlı İmparatorluğunun canını Enver Paşa - Almanya ikilisi aldı" diyor.  

Avrupa ülkeleriyle imzalanan "ticaret" antlaşmaları ülkemizde yol açtığı sayısız zararlardan, bugün de bahsedilmiyor diyemeyiz. Hatta ekonomi, sanayi, siyasi, askeri ve kültürel alanda da dış güçlerin etkisinin devam ettiğinden de bahsedilmiyor diyemeyiz.  Fakat, Avrupalı "dostlar" antlaşmalar gereği, Osmanlı ülkesinde yetiştirilen ve işlenen her türlü malı alma hakkına sahip olacaklarından biraz olsun bahsetmek gerekir. Mesela, tekeller  ve malların bir yerden bir yere naklinde zabıtadan alınan tezkireler kaldırılacak, İngiliz tüccarları yerli tüccarlarla aynı haklara sahip olacaklar,  İngiltere'den gelen mallardan % 3 gümrük vergisi alınacak, ama işin garibi de, eşitlik ilkesine aykırı olarak Osmanlı tüccarları İngiltere'ye satacağı bir mal için % 9 gümrük vergisi ödeyecek! İngiliz tüccarları toptan satış yanında Türkiye'de perakende ve her türlü satışları yapabilecek, İngilizlere tanınan bu antlaşma şartları istisnasız ve itirazsız diğer devletlere de tanınacaktı. Yani, İngilizler demek istemişler ki: (Süleyman Kocabaşın deyimiyle) "Ben senin ırzına geçtim, başkaları da geçsin" demeye getiriyor. Türkiye, Avrupalılar nezninde bir nevi "Hayat kadını" olarak görülüyordu. Nitekim de İngilizlere tanınan bu haklar, 10 yıl içinde (1838 - 1848) bütün Avrupa devletlerine de tanınacak, onlarla da aynı mahiyette ticaret antlaşmaları imzalanacaktır.

Şimdi, bu gelişmeler ışığında, son 10 - 15 yıl içinde Orta Doğu'da yaşanan olumsuzluklara bakınca,  insanlarımız, "Güneyden gelen Tehdidin Ayak sesleri" endişesine kapılmazlar mı? Bugün Orta Doğuyu sarmış olan yangının, kan ve göz yaşının günden güne artarak akmaya devam etmesi, acının, ıstırabın, şiddetin, yıkımın ve yok etmenin her türlü planlarının uygulandığı bir bölge olarak karşımıza çıkartılmış olması,  hangi insanımızı endişelendirmez ki?Ülkemiz neredeyse 40 yıldır terör belasıyla boğuşuyor, teröre verilen binlerce şehidin acıları yürekleri yakmaya devam ederken, seçimin üzerinden iki ay geçmesine rağmen,hala daha bir hükümet kurulmaması ne tür hesaplar içindir, ya da kimin şahsi çıkarlarına veya siyasi ihtiraslarına heba ediliyor dersiniz? Dış güçlerin, Kurtuluş Savaşında yaptıkları gibi yine içimizdeki hain işbirlikçileri kullanarak yıkım planlarını bir kez daha uygulamak ve uygulatmak istemiş olmazlar mı? İnsanların her alanda korku içinde oldukları, işlerine, işyerine çekinerek gidip geldikleri görülmüyor mu? Ülkeyi yönetsin diye iş başına getirdiklerimiz ne yapmak istiyorlar ya da neyin hesaplarını yapıyorlar yoksa kendi şahsi çıkarlarını mı düşünüyorlar, ne dersiniz? 40 yıldır ülkemiz terörle yatıp terörle kalkmaktadır. Alın terimizle kazandıklarımızdan devletimize ödediğimiz vergiler, ülke kalkınmasından çok terörle mücadeleye gitmedi mi? (eş dost, yandaş, akraba kayırmalarını da saymıyorum bile)  

Kendisine islami bir görüntü vererek, islam kisvesine bürünerek, hemen hemen dünyanın her yerinde "tekbir" getirerek müslüman katliamları yapanların, Filistin topraklarında, yaşlı, genç, kadın, çocuk demeden müslüman kanı akıtan ve çocukları yakan, açık açık islama saldıran bir ülkeye  herhangi bir tepki gösterip göstermediklerini duyanlarınız oldu mu? Son günlerde tırmanışa geçen asayişsizlik ve terör olaylarının önlenmesi için, siyasi otoritenin her hangi bir somut adım attığına şahit olanınız var mı? Milletin gözünün içine baka baka hep konuşuyorlar, ama söylenenler gerçeğin kendisi olup olmadığını millete kim anlatacak ya da hangi siyasetçiye güvenecek, hangi basının yansıttıklarına inanıp da güvenecek. Terör olaylarının araştırılması için meclise verilen "meclis araştırma komisyonu kurulması" önergesine AKP ve MHP milletvekilleri hayır derken acaba terör olaylarının araştırılması milletin hayrına bir araştırma olmayacağı fikrine mi kapıldılar ne dersiniz? Bu durumda, soruyorum sizlere: Güveneceğimiz başka neresi kaldı ki?   

 

7 Haziran seçimleri yapılalı neredeyse iki ay oluyor. İki aydır ülke istifa etmiş bir hükümet tarafından yönetiliyor. Herkes suskun, herkes sinmiş, sindirilmiş, korkutulmuş... Herkes de bir yılgınlık, bir bitkinlik görülmeye başlandı dersek yalan olmaz. Komşumuz Suriye'de başlatılan iç savaş, ülkemize sıçratılır mı diye insanlar korku içinde kalmaktan kendilerini alamaz duruma gelmişler. Dün olduğu gibi bugün de "Avrupa" ve "Dünya Sırtlanları"nın gözü bizim topraklarımız üzerindedir. Zaten Amerika'nın nüfuzuna girmemiş miyiz? Bu nüfuzun bizi nereye götürüp götürmeyeceğini bilmenin mümkünü var mı? 1800 yılların ortalarında, İngiltere'nin nüfuzunda değil miydik? 1878 Berlin Antlaşmasından sonra, İngiltere'nin Türkiye politikasının nasıl değiştiğini, adı geçen yıla kadar "toprak bütünlüğümüzü koruma politikası" takip eden İngiltere'nin bu tarihten sonra bunu terk etmesiyle düşmanımız olup topraklarımızı nasıl işgale başladığını ve Osmanlı İmparatorluğunun İngiltere'nin elinde nasıl batırıldığını tarih kitapları bizlere anlatmıyor mu? 

 

Yine Süleyman Kocabaşın dediği gibi: "Milletler ve devletlerin dostlukları yoktur, menfaatleri vardır. Bu menfaatler ortadan kalktı mı her şey biter" Amerika'nın da nüfuzuna güvenmemek gerekir, ne zaman biteceği belli olmaz. Güneydoğu Anadolu'muzu bizden koparmak isteyen bir siyasi cereyana gizli - açık destek vermesi bunun bir göstergesi olsa gerek. Küçük İsrail'in "Büyük İsrail" (Nil'den Fırat'a kadar Siyonist ideal), Küçük Ermenistanın ise "Büyük Ermenistan" emellerinin, Anadolu yarımadasında büyüyerek gerçekleştirilmek istenildiğini de hiç bir zaman küçümsemememiz ve göz ardı etmememiz gerekir. 



Sayfayı Yazdır | Pencereyi Kapat | Resimleri Göster