Sayfayı Yazdır | Pencereyi Kapat | Resimleri Göster
Açıklama:
Kategori: Köşe Yazarları
Eklenme Tarihi: 06 Temmuz 2015
Geçerli Tarih: 29 Nisan 2024, 07:16
Site: Görele Sol Platformu
URL: http://www.gorelesol.com/yazar.asp?yaziID=21639
AÇIK SÖZLÜ OLMAK İYİDİR! (7 HAZİRAN SONRASINA
DAİR DEĞERLENDİRME)
SİBEL ÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER
“Açık sözlü olmak iyidir,
en kötü ihtimalle
sonradan kaybedeceklerini
en başta kaybedersin.”[1]
Kimilerinin
“yanıt”ladığı(!)[2] “7 Haziran 2015
Seçimleri’ne Dair -Gerekçeli- Tavrımız”[3]
başlıklı yazımızın ardından, şimdi 8 Haziran’a (ve sonrasına) ilişkin bir
değerlendirme “farz” oldu.
Turgut
Uyar’ın, “Gülü çiğdemi filan bırak/ Sardunyayı karidesi filan bırak/ Acıyı ve
ölümleri bırak/ Oy pusulalarını ve seçimleri bırak/ Evet/ Seçimleri özellikle
bırak/ Çünkü açlık çoğunluktadır,” dizelerinden hareketle, hemen vurgulayalım:
biz bu seçim sonuçlarını “zafer” olarak değerlendirenlerden değiliz; ancak bu, radikal
demokrat HDP’nin başarısının altını çizmemize engel değildir. Bu koşullarda, Karl
Marx’ın “Toplumun kalabalıkları ve onlar gibi düşünenler benim kitabımı
okumasınlar; hem ben, ona hiç el sürmemelerini alışkanlıklarına uyarak eserimi
yanlış anlamalarına yeğ tutarım başlamalıyız,” uyarısını anımsatarak başlayalım
yazacaklarımıza…
Yazdıklarımız
ve yazacaklarımız “toplumun kalabalıkları ve onlar gibi düşünenler”e ters
gelecek olsa da, “Ex ore parvulorum
veritas/ Hakikât çocuğun ağzında” vurgusuyla, “İnsanlar gerçekliğe
ilişkin eleştirel bir anlayıştan yoksunsa ve gerçekliği, bütünün birbiriyle
karşılıklı etkileşim içindeki kurucu öğeler olarak görmedikleri kesitler
hâlinde kavrıyorlarsa, bu gerçekliği gerçek anlamda tanıyamazlar,”[4] deriz; Paulo Freire gibi…
SEÇİM, PARLAMENTO
VE “TEMSİLİ DEMOKRASİ” MEVZUU
8 Haziran ve
sonrasına ilişkin değerlendirmelere, seçim, parlamento
ve “temsili demokrasi” üzerinebirkaç belirlemeye başlamakta büyük yarar var.
Öncelikle
seçmek/ seçim eylemi konusunda H. L. Lencken’in, “Her seçim çalıntı malların
açık artırma ile satışa çıkarılmasıdır”; Ayn Rand’ın, “Seçme gücü vardır, ama
yaptığı seçimin sonuçlarından kaçma gücü yoktur”;[5]
George Orwell’ın, “Akıllılık, çoğunluğa bakılarak ölçülmez,”[6] uyarılarını kulağına küpe
edenlerdeniz.
Sınıflı-sömürücü
“temsili demokrasi”ye inanmayan ve ona pek fazla
itibar etmeyenlerden olarak, “Her zaman başka seçeneklerimiz vardır. Biz
buna özgür irade deriz,”[7]
vurgusuyla Noam Chomsky’nin, “Demokrasi, içindeki insanların oyuncu değil,
izleyici olduğu bir sistemdir,” saptamasına çok büyük değer veririz.
Ne derseniz
deyin, veya nasıl olursa ve sunulursa sunulsun -ama Lenin’in uyarısı “es” geçilmeden![8]- parlamento içinde temsil edilmek
etnik kökeni, dinsel tercihi ya da cinsel yönelimi ne olursa olsun ezilen,
yoksul ve emekçi sınıfların sömürülmesi sorununu çözmüyor, çözemez de! Unutmayın,
“oy vermek bir şeyleri değiştirseydi, yasaklanırdı,” diyordu Emma Goldmann; ve
hâlâ haklıdır!
Hele ki
parlamenter demokrasilerin bir “fars”a dönüştüğü; tekel medyalarının “kamuoyu
oluşrturma” işlevini neredeyse tek başına üstlendiği, günümüz kapitalizmi
koşullarında. “bunlar bilinen genel doğrular; mevcut durumla alakaları yok,”
diye düşünebilirsiniz; ama örneğin eski milletvekili
Hüseyin Aygün’ün şu ifadesi, “demokrasi”nin günümüzde nasıl bir “danışıklı
dövüş”e, nasıl bir “oyun”a dönüştü(rül)düğünü bugün, burası için de gözler
önüne seriyor: “Meclis’te 13 yıldır muhalefetin tek bir önerisi dahi kabul
edilmedi. Meclis kapıları halkın iradesine kapalı”[9]... Yine bir başka eski milletvekili
Mahmut Alınak da -7 Haziran 2015’in ardından- şunları ekliyor:
“Galibi devlet
ve onun partileri, mağlubu ise halk olan bir seçim koşusu daha bitti. Halk
kendisine demokrasi diye yutturulan bu seçimle-farkında olmadan- bir defa daha
kendi boyunduruğunu seçme özgürlüğünü kullanmış oldu! Meclisteki partilerden
hangisi hükümeti kurarsa kursun, ufukta halk için hiçbir ümit ışığı yok. Bu
sömürgeci düzen ve onun kırbacı olan devlet, asırlar boyu emekçi halklara ne
reva görmüşse bundan sonra da aynısını yapacaktır.”[10]
O hâlde seçimi
(ve parlamentoyu) Seyfi Öngider’in, “Parlamento kürsüsünü sahici bir toplumsal
mücadele örgütlemek için değerlendiren bir siyasi hareket önümüzdeki seçimlerin
iktidar adayı olur,”[11] vurgusundaki gibi abartmadan
ama “es” de geçmeden; burjuvaziden apartılmış kavramlarla devrimciliğin ve
devrimci değerlerin yaşatılamayacağı unutulmamalıdır. Bunun için de “Sandık
demek sokağa hayır demek değildir” ve olamaz da! Tam tersine, devrimciler için
seçimler, ancak sokak ile sandık arasında bir rezonans kurabildikleri ölçüde;
yani seçilmiş temsilciler sokağın itirazlarını parlamento içerisinde
“ehlileştirerek” ihata ettikleri değil de, sokağın itirazlarıyla parlamentoyu
dönüştürücü bir tarzda dinamize edebildikleri ölçüde başarılı addedilir. Yani
sokak parlamentoya değil, parlamento sokağa, meydanlara tabi olmalıdır!
Bu nedenledir
ki radikal sosyalistler parlamenter mücadeleye cepheden karşı olamaz.
İdeolojik, siyasi ve ekonomik-demokratik alanlarda mücadelelerini sürdüren
radikal sosyalistler, kapitalizme biat etmeden temel olanla tali olanı
asla birbirine karıştırmazlar.
Bunları
yaparken de “Dünya değişti”(!), “Eski mücadele biçimleri bugüne uymuyor” (!),
“Kendimizi yenilemeliyiz,” söylemleriyle “güne uyum sağlayanların” post-modern
tasfiyeciliğini eleştirmekten geri durmazlar, tabii!
Konuya ilişkin
olarak Emek Partisi Genel Başkanı Selma Gürkan’ın, “Siyaset sandıktan öte bir
şey,”[12] vurgusu ardından; Meksika’daki 7
Haziran seçimleri için Subcomandante Moisés ‘Direniş ve İsyan’ oturumunda
konuşmasından şunları aktaralım:
Bugünlerde, ne
zaman “seçim süreci” denen şeye girilse, birileri çıkıp ortalığa yalan yanlış
haberler yayıyor… Tepedekilerin, aşağıdakileri, onları düşündüklerine ikna
etmek için uydurdukları bu tür zırvaların bizi alâkâdar etmediğini biliyorsunuz
elbette.
Zapatistalar
olarak bizler, insanlara ne oy verme ne de oy vermeme çağrısında bulunuyoruz.
Bizim, Zapatistalar olarak yaptığımız tek şey, her fırsatta insanlara direnmek
için örgütlenmelerini ve ihtiyaçları uğruna mücadele etmelerini söylemek…
Zapatistalar
olarak bizi ilgilendiren tek şey, bizi sömüren, baskı altında tutan, kaybeden
ve bizden çalan çokbaşlı kapitalist sisteme nasıl direneceğimizi ve karşı
koyacağımızı öğrenmek. Dolayısıyla insanları oy vermeye teşvik etmek gibi bir
amacımız yok… Ne de insanları boş oy kullanmaya ya da seçimi boykot etmeye
teşvik etmek gibi bir amacımız var.
Seçimlerde oy
kullanarak sistemi değiştirmenin mümkün olduğuna inanan insanlar olduğunun
farkındayız… Gidip oy vermemekte çoktan karar kılmış olabilirsiniz. İyi
yapmışsınız da demeyiz kötü yapmışsınız da... Yalnızca bunun yeterli olmadığını,
örgütlenmeniz gerektiğini söylüyoruz…
Yok eğer
çoktan gidip oy kullanmaya karar verdiyseniz, kime oy vereceğinizi de
biliyorsanız, bizim diyeceğimiz şey yine aynı. Bize göre ne iyi ediyorsunuz ne
de kötü. Açıktan söylediğimiz tek bir şey var: Hazırlıklı olun, çünkü dönecek
dolaplar ve hileler gerçekten asabınızı bozacak. Zira İktidardakiler hile
yapmakta ustalar. Ve tepedekiler zaten sonucun ne olacağına çoktan karar vermiş
durumda…”[13]
Anlaşılacağı üzere
seçime de, parlamentoya da (ne soğuk ne de sıcak değil) ılığız… Bu ılımanlığın
gerisinde de, sistemin “efendileri”nin seçimlerin nihayetinde sona ereceği,
pleblerin “ülkenin kaderini belirlemiş olma” yanılsamasının yürek ferahlığıyla
işlerine-güçlerine geri döneceği, ve coşku yatıştıktan sonra dizginleri yeniden
ele alarak olayların gidişatına yön verme işlerine devam edeceklerine dair
bitimsiz özgüvenleri konusundaki bilgi ve deneyimler(imiz) yatmaktadır.
Nitekim, 7 Haziran seçimlerinin hemen ardından, bu ülkenin sol muhalefeti
“zafer” sarhoşluğunu henüz üzerinden atamamışken Suriye’ye müdahale seçeneğinin
masaya gelmesi, egemenlerin seçmenin “mesaj”ları konusuna fazla kafa
yormadıklarını göstermektedir... “Business is business / İş iştir”!
BİRKAÇ -“OLMAZSA OLMAZ”- HATIRLATMA
HDP’ye de
böyle bakıyor ve ‘Karşı Sanat’ın kurucusu Feyyaz Yaman’ın, “HDP yeni bir yaşam
alternatifi”[14] ya da sevgili
dostumuz Şebnem Korur Fincancı’nın, “HDP bu sistemi sarsabilir,”[15] beklentilerini abartılı buluyoruz.
HDP konusunda
“abartı” yaygın bir tutum.
Örneğin İstanbul
1. Bölge Milletvekili Adayı Hasan Gülüm, “İşçi sınıfının geleceği HDP’den
geçer,”[16] derken; 7 Haziran
öncesinde Ankara’da Sırrı Süreyya Önder, “2 vekil garanti, 4 için çalışıyoruz,”[17] diyebiliyordu.
“Abartı”ların
her türünden özenle uzak durmak çok önemli![18]
Mesela bu
vesileyle sosyalistlere nefretini dile getiriveren “Türkiye’de sosyalistler
hiçbir toplumsal kesimi temsil etmiyor,”[19]
ya da Kürtlerin “akıl hocalığı” pozisyonunu kimselere “kaptırmak” istemeyen “Türk
Solu Kürtlere bir yarar sağlamadı. Türk Solu Kürtlerin sırtında sürekli kambur
olmuştur,”[20] liberal saçmalıklarındaki
gibi…
Radikal
sosyalistler, mücadelelerini abartılardan ve baraj hesaplarından ari olarak ele
alırlarken; “Gelecek soldadır. Çünkü sol; özgürlük, demokrasi, sosyal adalet,
dayanışma, ilerleme, barış, uluslararası dayanışma, doğal çevreyi koruma, temiz
siyaset ve temiz toplum, program kadar uygulamaya da önem verme, halka güvenme,
emeğe ve emekçiye öncelik verme demektir… Özet olarak sol, sosyal demokrasi
dünyanın, ülkemizin ve insanlığın geleceği demektir,”[21]
türünden topyekûncu ve eylemsiz/ teorisist genellemelerin ardına da
sığınmazlar!
Reformlara da
(sürdürülemez kapitalizm koşullarında o neyse!) karşı çıkmazken; “Türkiyeli
sol-sosyalist hareketler açısından bir takım reformların ortaya çıkmasının nesi
kötü? Reformların nesi kötü? (…) Kürt halkının, emekçilerin, yoksulların ciddi
beklentileri var. Nefes alma, bazı kazanımlarını elle tutma ihtiyacı
var, isteği var,”[22] türünden reformcu
mücadelelerle arasına sınır çizip, “Reformlar, devrimci mücadelenin yan
ürünüdür,” derler…
Evet, legal planda
mücadele yürütülebilir; yürütülmelidir de!
Ancak bunun
maliyeti Ataol Behramoğlu’nun, “Bana Yunanistan seçimlerinde solun kazandığı
başarı ve şimdilik güler yüzlü genç başbakanı anımsattı,”[23]
dediği “Güler Yüzlü Sosyalizm” popülizmi olmamalıdır.
LİBERAL HEZEYAN(LAR) PARANTEZİ
H. de
Balzac’ın, “Yalancılık, meslek dalı olarak ilan edilmeli artık, çünkü çok fazla
ustası var,” notunu düştüğü koordinatlarda
-neo-liberali de dahil! - “Nec simulatum quidquam potest esse diurnum/ Hiçbir
sahtekârlık uzun süre devam etmez…”
Siz bakmayın
Ahmet İnsel’in, “Kimi aydınlar arasında AKP’ye karşı alınan tavırla ilgili bir
tartışma başladı. Bir eylemi tarzı ve içeriği açısından eleştirmenin yegâne
yolu, onu menfur bir büyük örgütlenmenin parçası olarak göstermek midir?”[24] demesine!
Liberallerin
Erdoğan’ı, kendi kimliğinden başka bir paketle sunarak onu güçlendirdiğini
belirten İsmail Küçükkaya’nın hatırlattığı üzere, “Erdoğan’ı sadece Türkiye’ye
değil, Avrupa ve Amerika’ya sundular”[25]
ki, tüm liberaller bundan sorumludur.
Bir an -Sezen
Aksu’lu[26]- “Yetmez ama
evet”çileri anımsayın!
Adalet
Ağaoğlu’nun, referandumda “Yetmez ama evet” oyu konusunda, “Niye hemencecik
umuda kapıldım ki! Kızgınlığım kendime, o kadar. Pişmanlık fazla gelir,”[27] deyişini!
AKP
milletvekili Muhsin Kızılkaya’nın, “AKP 2002’de kurulduğunda İslâmi hareketlere
acayip önyargılı bir bakış vardı. Ben o zamanlar rijid bir solcu, sosyalist bir
Kürt’tüm. İslâmi hareketlere, muhafazakârlara hoşgörüyle yaklaşıp onların
memleketi dönüştürebileceğine, vesayetçi rejimi kırabileceğine dair bir inanç
gelişmişse bende, tek müsebbibi Birikim Dergisi; Ömer Laçiner, Ahmet İnsel ve
Murat Belge’dir,”[28] itirafını!
Etyen
Mahçupyan’ın, “Türkiye’de yaşayan bir kişi olarak -bütün kimliklerimle- AKP
iktidarında mağdur olduğumu hiçbir şekilde düşünmüyorum, tam aksini
düşünüyorum. AKP iktidarında ben çok daha özgür oldum; hem bir Ermeni olarak
hem bir aydın olarak,”[29]
satırlarını!
Vahap Coşkun’un,
“Türk solunun AKP ile olan sorunlu ilişkisi. AKP’ye ‘Kartaca yıkılmalıdır’
mantığıyla bakan bu kesime göre, AKP’den toplum için hiçbir iyilik doğmaz.
AKP’ye asla güvenilmez; ona kategorik olarak karşı çıkılması gerekir. Bir
sorunu çözmek için AKP ile işbirliğine gidilemez. Bunun yerine her yerde ve her
zeminde AKP’yi zora sokacak eylemlerin yükseltilmesi icap eder. Yalnız burada
şöyle bir sorun var: Sol, toplumsal bir tabana dayanmıyor, dolayısıyla meşru
siyaset içinde solun, AKP’yi zorlayabilme veya ona karşı alternatif
oluşturabilme ihtimali bulunmuyor. Bu sebeple sol, AKP ile mücadelesini güçlü
bir zemine sahip olan Kürt siyaseti üzerinden yapmaya çalışıyor,”[30] zırvasını asla ama asla unutmayın ve (onların bir kısmının da bugün HDP’de
olduğunu) unutturmayın![31]
Siz bakmayın “Önemli olan
SYRIZA gibi bir toplumsal hareket yaratabilmek,” vurgusuyla, “Türkiye’deki
baskı liberalleri sosyalistleştirmeye yarar,”[32]
diyen Kanadalı akademisyen Leo Panitch’in anlamsız ve karşılıksız saptamasına…
Türkiye’nin
“gecikmiş” liberallerinnin tahayyül dünyası AB ile sınırlıdır ve onların olsa
olsa olabileceği, yapabileceği tek şey liberal soslu düzen içi bir popülist
demogojidir! Bugün, bu tahayyüllerini Kürtler aracılığıyla
gerçekleştirebileceklerini düşünmektedirler - tıpkı birkaç yıl öncesine dek
AKP’ye bel bağladıkları gibi...
“Nasıl” mı?
Mesela Oya
Baydar’ın, “HDP’ye ayar verme hakkımız yok, Kürtlerden özür borcumuz var…
HDP’nin amuda kalkıp perende atmasını mı istiyoruz? Geleneksel Türk solu
milliyetçi tortuların ağırlığıyla muzdariptir… Sol adına Kürtlere bir özür
borcumuz var. Borcumuzu eda edelim,”[33]
yaygaralarındaki gibi…
Siz bakmayın Oya Baydar’ın bu koca
laflarına, kirli savaş döneminde Kürtlere reva görülenler konusunda Onun gıkı
çıkmadığı gibi, hiçbir icraatı falan da olmamıştı!
Evet O ve Onun gibiler yani kirli savaş
döneminde Kürtleri yalnız bırakanlar borçludur; ama belirtmeden geçmeyeyim: O
kara günlerde Kürtler ile yan yana duranlar da vardı!
Ayrıca “78
kuşağının önemli bir bölümünün 1917 nostaljisine takılıp kaldığını” düşünen... ve
“Ezberleri bozmalıyız,”[34]
diye buyuran Oya Baydar -sadece Kürtlere değil!- radikal sosyalistlere de
ödenmesi mümkün olmayacak kadar borçludur.
Bu borç(lar)
öyle bir oyla ödenmez!
Tıpkı önce CHP’ye
destek vereceğini açıklayıp, ardından da çark ederek, “HDP’ye dünyada erken
öncülerden biri gözüyle bakılabilir,”[35]
diyen Murat Belge’nin kıvraklığı gibi…[36]
8 Haziran ile tüm bunlar, yani liberal
hezeyan(lar) ve icraatlar unutulup, unutturulamaz! Bunlara bir kayıt düşelim...
“ELEŞTİRİ”, “İTİRAZ” VE GERÇEK(LİĞİMİZ)
Hem de sola ve
sosyalizme tonlarca “eleştiri ve “itiraz” yöneltilirken;[37]
alın size birkaç seviyesizlik örneği!
Hadi
Uluengin’den, “Bütün bücürler gibi bizim ‘sol’ (!) da boyundan büyük lâf
paralamakta pek üstattır. Dolayısıyla ‘tarihin çöplüğü’ ifadesini de
ziyadesiyle sever… Çoktan tarihin çöplüğüne gitti demiyorum ama bizim ‘sol’
çoktan ‘tarih dışı’ kaldı”![38]
2007’de
AKP’den milletvekili seçilen -ancak 2011’de aday gösterilmeyen- eski “solcu”
Reha Çamuroğlu’ndan, “Devrim olsaydı, Türkiye’de solun birbirini kesme süreci
başlayacaktı”![39]
Hasan Bülent
Kahraman’dan, “Türkiye’de bir sol var; tarihi hayli eskiye, Meşrutiyet’e kadar
gidiyor… Fakat bu kişilerin, aydınlar, öncüler, bilenler olarak toplumsal bir
kitlesi, tabanı yok”![40]
Dicle
Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç Dr. İlhan Kaya’dan, “Solun sorunu, özgürlükçü
olamamasında. Statükocu olmasında. Özgürlükler konusunda AKP’den geri
kalmasında. Hatta bazen MHP’nin bile gerisine düşmesinde… Solun sorunu, kendini
yenileyememesinde. Geçmişin paradigmaları ile değişen toplumu ve siyaseti
anlamaya çalışmasında. Hızla değişen toplumsal talepleri algılayamamasında.
Bunlara çözüm üretememesinde… Solun sorunu, çağdaş olamamasında. Zamanın ruhunu
okuyamamasında. Evrensel dili yakalayamamasında… Solun sorunu, sınıfsal
olmasında”![41],
“Tarih dışı”YMIŞ! “Birbirini kesecek”MİŞ!
“Tabanı yok”MUŞ! “Sorunu, sınıfsal olmasında”YMIŞ! Bu “zekâ küpleri”nden biri
kalkıp da “değişen toplumsal talepler”in “ne” olduğu; “zamanın ruhu”nun “neye”
tekabül ettiği, “evrensel dil”in “neden” oluştuğu konusunda dişe dokunur bir
lâf söylese, emin olun ki gam yemeyeceğiz... Ama n’eylersiniz; büyük söz edip
hiçbir şey söylememe sanatı, ne yazık ki günün en gözde mesleği!
Sormadan
geçmemeli: Sınıfsal olmamalı da ne olmalı(yız)?! “Evrensel”? “Yerel”? “Küresel”?
“Küyerel”? “Bireysel”? “Ulusal”? Bir cevap verin, yahu!
Bir şeyin altını çizmeli(yiz): Kendisini
ulusla, ülkeyle, dinle, mezheple, mahalleyle açıklamayan/ açıklaması da mümkün
olmayan radikal sosyalist hareketin işi kolay değildir; ve hiçbir pragmatizmle,
“hümanist” ya da “popülist” gerekçeyle açıklanamaz. Eduardo Galeano’nun,
“Bakışlarını geriye çevirmiş bir peygamberdir tarih: Olmuş olandan hareketle ve
olmuş olana karşıt olarak gelecek olanı haber verir,” diye betimlediği tarih
bunun örnekleriyle doludur.
Çünkü “Sosyalistlerin
başarısızlığının kanıtı olarak milliyetçilerin ve dincilerin başarısı,
kitleselleşmesi gösterilir! Ama sosyalistlerin derdi, (Kürt-Türk fark etmez)
milliyetçilerin ve İslâmcıların başardığını başaramamak değil ki… Tersine
insanları din ve millet formatı dışındaki sahici bir özgürlüğe ve eşitliğe sevk
edebilmek…
Devrimcilerin
derdi Türklerin Birliği ya da Kürtlerin Birliği olamaz ki… Devrimciler millî ve
dinî kimliklerin ötesinde ancak ezilen sınıfların enternasyonal kimliğiyle var
olabilirler. Çünkü hem teorik kitabımızda hem pratik defterimizde şöyle yazar:
“Bu kavga en sonuncu/ Kavgamızdır artık/ Enternasyonal’le/ Kurtulur insanlık!”[42] Yanlış mı?
HDP NEDİR, NEYE YARAR
Arzu Yılmaz’ın
hakkında önceleri, “HDP, Türk solunun inanmadığı, Kürt kitlesinin anlamadığı,
PKK’nin kavrayamadığı bir paradigmaya hayat verme misyonuna soyunuyor,”[43] saptamasını dillendirdiği veya
Haşmet Babaoğlu’nun, “Artık kabul edilmeli ki... Türkiye için... Kürtler
için... Hatta doğrudan Kürt siyasal hareketi için de... Türkiye solunun
kaybetmeyi zevk edinmiş döküntülerinden destek alan; ABD’nin en şahin
odaklarıyla temas kurup bir yandan da ‘anti-emperyalist’ sloganlar atan, zaman
zaman ‘paralelci’, zaman zaman da Cihangir ağzıyla konuşan HDP daha işin
başında kötü bir projeydi,”[44]
dediği HDP bizim için en kaba tanımıyla inorganik[45]
ve popülist-pragmatik bir oluşumdur.
Söz konusu
eklektik oluşum için “HDP, solun tarihi zaaflarını giderebildiği oranda yeni
Türkiye için umut olacaktır. Bu nedenle diyoruz ki, HDP sadece seçim sürecinin
bir partisi değil, aynı zamanda alternatif bir projedir,”[46]
türünden bir “abartı”ya “evet” demek mümkün değilken; onun nihayetinde bir
ittifak/ “birlik” girişimi olduğunun altı da çizilmelidir.
İptida Kongre
girişimiyle devreye sokulan söz konusu ittifak/ “birlik” girişimi kendisini, “
“Kongre Girişimi halk hareketidir,”[47]
diye tanımlayarak; “Hep birlikte keşfediyoruz… Bütün renkler bir’leşiyor…”[48] diye de ekliyordu!
Ertuğrul
Kürkçü’nün de, “Önceki oluşumlara benzemiyor… Kongre herkesi kapsayacak,”[49] notunu düştüğü girişimin hedefini
Sebahat Tuncel, “Toplumsal olanı siyasallaştırmak, siyasal olanı
toplumsallaştırmak” biçiminde formüle ediyordu[50]
ki, bu hâli de Ufuk Uras, “Memlekette barış, adalet, emek ve demokrasi merkezli
bir kolektif siyaset alanından yola çıkılarak ve her türlü felakete karşı
Nuh’un Gemisi’nde buluşma”[51]
olarak sunuyordu…
“Nuh’un
Gemisi” veya “Her ne olursan ol yine de gel” diyen “Mevlana Tekkesi” de, elbette
bir ittifaktır/ “birlik”tir…
Ancak! “Sol bu
kez birleşecek… Daha önce denendiği gibi denemiyoruz. Bu kongrenin
bileşenlerinin hiç birisi, kendi siyasal yapılarını feshetmek zorunda değil.
Geçmişteki birlik deneyimlerinden en önemli farklarımızdan biri bu,”[52] diyen Sırrı Süreyya Önder’in
formülasyonu; Aydın Çubukçu’nun, “Bölünme olmadan birlik olmaz,”[53] diye altını çizdiği gerçeklik
karşısında nasıl olacaktır?
“Olursa” da neye benzeyecektir?!
Daha
ayrıntılandırmak gerekirse, “Türkiye’nin
en alt sınıfının büyük çoğunluğunu oluşturan Kürtler, Türk solunun yüzü suyu
hürmetine değil, kendi kaderini özgürlük lehine dönüştürmek ve bunu da tüm
Türkiye halklarıyla beraber gerçekleştirmek için solda ısrar ediyor,”[54]
derken; abimiz Şaban İba’nın, “Benim geldiğim devrimci gelenek geçmişte Kürt
özgürlük mücadelesini her yerde korumaya ve kollamaya çalışırdı. Şimdi işler
tam tersine döndü. Kendi geleneğim dahil, Türkiye ve Kürdistan’da devrim,
demokrasi ve sosyalizm mücadelesinde önemli bir varlık gösteremeyen sosyalist
hareketler, artık Kürt Özgürlük Hareketi tarafından korunuyor ve kollanıyor,”[55]
itirafındaki realite ekseninde bu nasıl olacak ve neye benzeyecektir!?
Belirtmeden geçmeyelim ittifak iltihak
değildir, olmamalıdır da!
Yeri geldi hatırlatalım:
Abdullah Öcalan Kürt Yurtsever Hareketi’nin lideridir ve de “Öcalan’ın
‘Türkiyelileşme Projesi’nin ilk adımı olan HDK 3. Genel Kurulu’nda Sırrı
Süreyya Önder ilk defa, seçim değil, stratejik işbirliği sözünü verdiklerini
belirtir”ken;[56] Selahattin Erdem,
“HDP Projesinin mimarı olan Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan”dır;[57] Filiz Koçali, “HDP için konuşmaya
başlayanlar söze ‘önderlik projesi’ diye başlıyor”lar;[58]
Ayhan Bilgen, “HDP’nin bizatihi kendisinin bir Öcalan projesi”dir[59] notunu düşmektedirler!
Bu kadar da
değil; “Ben Mahir Çayan’ın çizgisiyle, onun sempatizanlığıyla başladım bu
mücadeleye. 40 yıldır Mahir’in çizgisinin kavgasını yürütüyorum. Mahir’in bana
verdiği bir emanettir ve ben 40 yıllık süre içerisinde bu emaneti kavga boyutu
ile en iyi şekilde yerine getirmek için uğraştım. Şu anda da bu emaneti teslim
ediyorum… İsyanı 40 yıldır yaptık biz ve şu an barış ve müzakere sürecini
yürütüyoruz,”[60] demektedir Abdullah
Öcalan… Bunun, Kürtlerin mücadelesi açısından geçerliliği bir yana, Türkiyeli
sosyalistler, egemenlerle (AKP ya da herhangi bir düzen temsilcisi) neyin
müzkere sürecini yürütmektedirler? Sınıf mücadelesinin mi? Ya da, bir başka
ifadeyle, HDP içerisinde “sınıf mücadelesi”nin yeri nedir?
O hâlde şimdi, hemen kulak verilip,
anımsanmalı/ anımsatılmalıdır Che Guevara’nın, “Ben kurtarıcı değilim.
Kurtarıcı diye bir şey yoktur. İnsanlar kendilerini kurtarırlar”; Jiddu
Krishnamurti’nin, “Hakikât için otoriteden kurtulmanız gereklidir”; Noam
Chomsky’nin, “Kahramanların değil, iyi fikirlerin arayışında olmalıyız,”
sözleri!
Devamla “HDP nedir?” sorusunun yanıtını
ararsak, bakın Mayıs 2013’de Murat Karayılan ne diyor: “Bir zihniyet dönüşümü
sürecindeyiz. On yıldır, aslında on yıldan fazladır, ama on yıldır çok yoğun
bir biçimde gündemimizde bir zihniyet değişimi var. Vicdan devrimi temelinde
yeni bir devrimci tip, yeni bir model yaratmak istiyoruz. PKK yeni bir modelin
peşinde. Bu modelin içinde herkes vardır. Kimseyi dışlamaya gerek yok.
Çoğulculuk esastır. Her düşünce olmalı, çoğulculuk olmalı. Yeni paradigmanın
özü şudur, öncü parti iktidar olmamalıdır. Biz şimdi iktidar olmak için
savaşmıyoruz; halk iktidarının oluşması için, demokratik toplum için mücadele
ediyoruz…”[61]
Hemen belirtelim: Bu saptamaların
hiçbirisine katılmıyoruz; ancak bu projenin içinde yer alan ve kendisini
Marksist-Leninist olarak tanımlayanlar ne diyor? Merakımız budur!
Ha, bu noktada
TKP’lerden birisi “adına” Murat Çakır’ın, “Farklı kesimlerin oluşturduğu
devrimci-demokratik bir çatı olan HDP’ye sınıf partisiymiş gibi davranmak temel
yanlıştır. Farklı ezilen ve sömürülen kesimlerin temsilcilerini, Kürt Özgürlük
Hareketi’ni ve elbette komünistler ile sosyalistleri bir araya getiren bir
siyaset aracı olarak HDP’den beklenecek olan, sınıf mücadelesine yeni olanaklar
sunacak bir demokratikleşme ve barış sürecinin önünü açacak mevziler kazanması
ve böylelikle otoriterleşme tandansını durdurup, egemen sınıfları geri adım
atmaya zorlamasıdır,”[62]
demesine gelince: “HDP, birleştirici ve barıştırıcı”[63]
ya da “Eşitsizliğe ve saygısızlığa son hareketi”[64]
vurgusuyla betimlenen -herkesi içeren- bu proje “Kime karşıdır?” sorusunun
yanıtı boşluktadır…
HDP elbette
sınıf partisi değildir; ama bu saptamayı yapmak, onun her dediğini ve yaptığını
onaylamak, ya da eleştiriden muaf tutmak anlamına mı gelir? Biz, tersini
düşünüyoruz: bunun altını çizmek yetmez; pragmatik tutarsızlıkları/ “iddiaları”
da mahkûm edilmelidir değil mi?
Dememiz o ki,
“Türkiye sınıf mücadelesi ve politik oluşumlar tarihinde HDP, bir ilktir. HDP,
çok sayıda ve birbirinden oldukça farklı siyasal, programatik anlayışlara ve
hitap ettikleri sınıf bakımından farklı ideolojilere sahip olanları,
birbirleriyle bir araya gelemez görünenleri bir araya getirme başarısıdır. Bu
ona, bundan dolayı da tarihi bir misyon yüklemektedir… HDP, ‘zamanın ruhu’dur,”[65] diyerek; kayd-ı ihtiyat
noktalarını görünmez kılmak radikal sosyalistler için doğru bir tutum olamaz!
Kaldı ki HDP’nin “Ne”liğine ilişkin olarak
Melik Kara’nın saptamaları gerçeği yansıtmaktadır:
“HDP, sadece HDP değildir. Bu parti,
Kandil’de kurumlaşan, Kobanê’de savaşan, Şengal’de alan tutan, Kuzey’de TSK’yla
tepe manevraları yapan ve nihayet, TC hukukî rejimi doğrultusunda örgütlenmiş
politik aygıtlar inşa eden Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin arkasında oluşuyla
çok değerlidir…
HDP, Kürt Hareketi’nin partisidir. Bu, asıl
ve dinamik gerçektir…
HDP, evet ve açıkça, Kandil’deki merkezin,
İmralı’daki ‘önderlik’ iradesinin, Kobanê ve Şengal’de çarpışan gerillanın,
TSK’yla tepe kontrolü manevraları yapan gerillanın varlığının, yasal politika
alanındaki uzantısıdır. Ve evet, HDP, başka nedenlerden çok, asıl bundan dolayı
değerlidir.
HDP, ideolojik olarak aslen Kürt
Hareketi’nindir. Bu hareketin, ideo-politik hegemonya hamlesinin bir aygıtı
olarak işlevlendirilmiştir. Bileşenler ise bu aygıta, kısılmış ideolojik
sesleriyle ilişmiştir.
HDP, politik olarak aslen Kürt
Hareketi’nindir. Bu hareketin politik gerekleri doğrultusunda sistem politikası
yapmaktadır. Bileşenler devrimcilikten, liberallikten veya reformculuktan gelişlerine
göre, kendi meşreplerince yer almıştır bu politik süreçte.
HDP, örgütsel olarak aslen Kürt
Hareketi’nindir. Kürt politik topluluğu çekildiği anda bu partinin yerel
örgütleri içi boş bir çuval gibi yere serilecektir. Bileşenler, bu örgütsel
gövdeye azıcık varlıklarıyla eklemlenmişlerdir.
HDP, sosyolojik olarak aslen Kürt
Hareketi’nindir. Bu hareketin etkisine girmiş milyonlarca Kürdün oylarını
almaktadır ve oy gücünün her zaman ve yapısal olarak gövdesi Kürtlerdir.”[66]
Bunlar böyle
olsa da Metin Çulhaoğlu’nun, “Ütopik, Proudhoncu vs bulsam bile, ‘radikal
demokrasi’ dedikleri ve çok da özgün saymadığım bir sol anlayışı temsil
ediyorlar. Bu sol bir proje, sağcı diyemeyiz,”[67]
notunu düştüğü meselede, Murat Paker de “HDP, tozpembe/ mükemmel, eleştiriden
azade bir proje değil tabii ki. Yeni başlamış ve evrimleşmeye/ geliştirilmeye
ihtiyacı olan bir proje. Geldiğimiz noktada HDP’yi eleştirmeden desteklemek de,
desteklemeden eleştirmek de eşitlik, özgürlük ve adalet gibi değerleri sahiden
dert etmiş olanların seçenekleri arasında olmamalı,”[68]
diye eklerken; varsın “Deniz’lerin mirasını HDP’de büyütmek”ten[69] söz eden sevgili Filiz Koçali,
“HDP günü birlik sorunlar etrafında tartışılabilecek bir gelecek iddiası
değil,”[70] desin!
Ancak aslî
soru(n) EMEP Genel Başkanı Selma Gürkan’ın işaret ettiği gibi, “HDP’nin nasıl
bir parti olması noktasında düğümlenmektedir. İttifak örgütü mü, kitle partisi
midir?”[71]
“İyi de bu
hâliyle HDP neye yarar” mı?
“AKP’nin
otoriter, hegemonik ve despotik karakteri ilk defa Kürtler başta olmak üzere
Türkiye devrimci demokrasi güçlerini bir araya getirdi. Bu, tarihi bir
başarıdır,”[72] notu düşülen; HDP Eş
Başkanı Figen Yüksekdağ’ın, “Bir istekle, hayalle, reel politikanın yaşamdaki
gerçek ilişkilerin buluştuğu yer”[73]
olarak tanımladığı HDP; Oya Baydar için “Karanlıktan önceki son çıkış”tır![74]
Ne olacağına
sınıf mücadelesinin karar vereceği legal “geçiş örgütlenmesi”dir!
Bu amorf,
post-modern örgütlenmeye ilişin olarak şunları vehmetmek ise, sadece ama sadece
Demir Küçükaydın’a özgüdür!
“HDP’nin yapmaya çalıştığı, Hazreti
Muhammet’in peygamberlik inmeden önce yapmaya çalıştığıdır denebilir. Bilindiği
gibi, Hacer ül Esved’i kim taşıyacak diye birbiriyle kavga eden aşiretlerin
kavgasını engellemek için taşı bir bezin ortasına koydurmuş ve hepsinin bir
ucundan tutarak taşımalarını sağlamıştır. Ama nasıl Hazreti Muhammet bir süre
sonra bu yolun yol olmadığını görüp, aşiret kardeşliği yerine Allah’ın kulluğu;
totemler yerine Allah’ı geçirerek ve totemler düzenini yok ederek bu eşitliğin
ve barışın sağlanabileceğini görmüşse; aynı şekilde bu hareket de ilerde
ulusları dille, dinle vs. tanımlayan en gerici ulusçuluğa ve hatta uluslara
karşı bir harekete dönüşebilir. Eşitlik diye bir derdiniz olmazsa, onun nasıl
sağlanabileceği üzerine bir düşünceniz ve tecrübeniz de olmaz… İşte HDP’de
politik ifadesini bulan hareket, en azından eşitliği bu reddedişe karşı bir
reddediştir. Bir atom savaşıyla canlıların yok olduğu bir dünyada; hayatın
yeniden doğuşu gibidir…”[75]
“Muhammed”? “Aşiretler”?
“Totemler düzeninin yok edilişi”? “Uluslara karşı bir hareket”? “Eşitliğin
reddinin reddi”? “Atom savaşı sonrasında hayatın yeniden doğuşu”?
Post-modern
bir bilim-kurgu romanı tadında...
BİR KERE DAHA: RADİKAL DEMOKRASİ
Radikal
demokrasi, “Dictum de omni et de nullo/
Her şeyden ve hiçbir şeyden bahsetmek” iken; düzen içilik konusunda
“Bugünkü düzeni sürdürmek demek suç ve cinayeti sürdürmek demektir,” der
Eduardo Galeano…
Bu notu bir
kenara koyup ilerlersek; çerçevesini Ahmet İnsel’in, “Türkiye’de siyasetin,
toplumsal sorunların müzakere yoluyla çözümünün arandığı alan olmaktan çıkıp
büyük bir çatışmanın, zor ve şiddet politikasının bahanelerinin üretildiği bir
zemine dönüştüğü bir dönemdeyiz… Yeni siyaset zemini inşa etmek, bugün
birbirinden bütünüyle farklı, birbiriyle hiç kesişmeyen alanlara ait sorunlar
gibi gözüken… sorun alanlarının, elbette içeriklerinin değil ama bunlara çözüm
arama biçimlerinin ortaklığını gündeme getirmektir,”[76]
diye tarif ettiği radikal demokrasi paradigmasının HDP (ve bünyesinde yer alan
sol/sosyalist örgütler!) açısından siyasete yön veren biricik unsur olarak
kabul edildiği, HDP’nin seçim beyannamesinde somutlaştırmış oldu…
Mülkiyet
ilişkilerinin, insan ilişkilerinin karakterini tayin ettiği toplumlarda ana
çelişkilerden çok, tali çelişkileri (mesela sosyal dönüşümleri, ekonomik
iyileştirmeleri) öne çıkarmak, varolan sorunları ortadan kaldırmaz; olsa olsa
bu soru(n)ların şiddetini kısmen azaltarak düzenin devamını sağlar. Bu da
sınıfsal perspektifin gözden yitirilmesine neden olur… Nitekim, radikal
demokrasinin temel iddiası da budur: herşeyi tekil bir belirleyiciye (örneğin
sınıf mücadeleleri) indirgeyen “büyük” projelerden feragat; itiraz
söylemlerinin (etnisite, toplumsal cinsiyet, sınıf, din, çevre, vs.)
eşdeğerliği.
Erol
Katırcıoğlu’nun ifadesiyle, “Diğerlerini ‘düşman’ olarak görmeyen”[77] “HDP’nin ‘yeni yaşam’ vurgusunu
taşıyan seçim beyannamesi, açıklanma şekli ve kullanılan dil açısından sol ve
sosyal demokrat çevrelere daha cazip gelecek bir belgedir,”[78]
der Güven Gürkan Öztan…
Elhak; haksız
da değildir…
Ve Atilla
Yayla’nın, ‘Solun adam olması’nı isteyenlerin toplu sol güzellemeleri yapmak
yerine, solun despotik, totaliter renklerini mülayim, liberal demokrasiyle
uzlaşan çizgiden (sosyal demokrasiden) ayırması ve ilkini kınayıp dışlarken
ikincisini teşvik etmesi gerekir,”[79]
önerisiyle de -maalesef!- paralellik arz etmektedir…
Bu durumda
sormak gerekmez mi: HDP’nin görevi/ misyonu sosyalist hareketi “ehlîleştirerek”
Atilla Yaylagillere “sempatik” gözükecek bir hâle getirmek mi olmalıdır?
GELENEKSEL İLİŞKİLER PRAGMATİZM(LER)İ
Aslı
sorulursa, radikal demokrasi HDP’nin liberallerden geleneksel ilişkilere dek
esneyebilen bir hat üzerinde yol alma olanağı sağlayarak, dinsel çevrelerden
aşirete uzanan ve elbette ötekilere de “Hayır” demeyen siyasal pragmatizmine
engin bir alan açıyor.
Haddinden
fazla “geniş”likten malûl radikal demokrasi herc-ü merci Jean Christophe
Grangé’ın “Kalabalık. Bundan daha iyi gizlenecek yer olmaz,”[80] saptamasını anımsatırken; karşımıza
da şu haberdeki tabloyu dikiyordu:
“İşsizliğin en
yoğun yaşandığı illerden biri Urfa’da AKP’nin yürüttüğü ‘din’ merkezli siyaset
belirleyici durumda. AKP Diyanet, HDP Said Nursi, CHP ise aşiretlerle kazanma
peşinde…”[81]
Aslı sorulursa
ne HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın dinciliği eleştirme bahanesiyle,
“Kur’an’da bunun yeri var mı?”, “Gerçek İslâm böyle mi ya?” türünden dini tonlu
söylem kullanarak puan toplamaya çalışmasının onaylanması ne de şu tür
söylemlerin herhangi bir “gerekçe”yle kabulü mümkün değildir!
i) “Bu dinin
önderleri başta Hz. Peygamber olmak üzere, bizlere, zenginliği, lüksü, israfı
öğretmediler. Hazreti Muhammed geriye servet olarak Allah’ın emirlerinden ve
kendi yaşam tarzından başka bir şey bırakmadı. Bunun dışında mirası var mı? Yok.
Bize diyorlar ki Hz. Peygamber’in yolundan gidiyoruz. Allah yalancının belasını
versin mi?”[82]
ii)
“Peygamberimiz Hz. Muhammed Medine’de tüm inançlar yönetime katılsın diye bir
hukuk düzenledi… Domuz eti yemedim. Alıntı yaptıkları Alman gazetesinde öyle
bir şey yazmıyor. Bana yapılan her hakaret temsil ettiğim siyasi görüşe de
yapılmıştır… Kürt’üm Müslüman’ım solcuyum.”[83]
iii) “Ben bir
Müslüman evladıyım. Müslüman’ın bir tane kıblesi, Kabesi vardır o da
Mekke’dedir. Bunun dışında da hiçbir zaman bir şey söylemedim… Bir Müslümana
‘dinsiz’ demek, bir Müslümana ‘kafir’ demek günah mıdır değil midir, cevabını
versin.”[84]
iv) “Kendine
‘Müslüman’ım’ diyenler, meydanlarda bize ‘Zerdüşt’ deyip hakaret ediyorlar.
Bunlar Hz. Muhammed’in yolundan değil, Yezid’in yolundan gidiyorlar.”[85]
v) “Kürtler
tarih olarak da Araplardan sonra Müslümanlığı kavim olarak kabul eden ilk
topluluklardandır. Ve çok daha muhafazakâr bir toplumdur Türk toplumuna göre.
Bir Cumhurbaşkanının elinde Kürtçe Kur’an-ı Kerim’le gelmesi tepkiye yol açmış.
‘Biz Kur’an’ı yüzlerce yıldır okuyoruz, anlıyoruz, uyguluyoruz, ilk defa
görmüyoruz,’ diyorlar. Ben de dedemden, annemden Kur’an dersi aldım.
Arapçası’na çok hâkim değilim fakat bütün duaları, sureleri bilirim. Medrese
eğitimli, çok saygın bir din âlimiydi dedem Hacı Mehmet Ali.”[86]
Bunlar böyle
olunca Siirt’te Kutlu Doğum Haftası mevlidinde konuşan HDP Milletvekili Adayı
Prof. Dr. Kadri Yıldırım, İslâm’ın hem demokratik hem de cumhuriyetçi olduğunu
ileri sürerek, “Hz. Muhammed de en büyük devrimcidir. Devrim nedir? Devrim,
kötünün yerine iyiyi getirmektir,”[87]
demesinde şaşırtıcı bir şey olabilir mi?
Ayrıca bu kadarla da sınırlı değil;
irrasyonali rasyonalleştiren bir şey daha var.
Bahadır
Özgür’ün haberindeki gibi: “Cumhuriyet tarihi boyunca muhafazakâr çizgiden hiç
sapmamış, 12 yıldır da AKP’ye destek veren aşiretler peş peşe HDP’ye katıldı.
Katılımların daha da artacağı ifade ediliyor. Bu büyük ‘siyasi göç’ün arkasında
yatan neden Kobanê’deki kırılma, aşiretleri HDP’ye çeken ‘gizli güç’ ise İkna
Komisyonları…
Aşiretlerin
HDP’ye ilgisinde Batman ve Ş.Urfa ön planda. Batman’da AKP’ye destek veren ve
tahminlere göre bölgede 20 bine yakın oy potansiyeli bulunan Raman aşireti
HDP’yi tercih etti. Yine Tarım Bakanı Mehdi Eker’in de akrabaları olan
Batman’ın etkili ailelerinden Alpahanlar’dan da (Maladina) 300 kişi HDP rozeti
taktı.
Van Başkale
İlçesi’nde yıllardır AKP teşkilâtını yöneten aileler de istifa ederek yürüyüş
yapıp HDP’ye katıldıklarını ilan ettiler.
En büyük
katılımlardan birisi ise aşiretlerin ve köklü ailelerin siyasette etkili olduğu
Ş. Urfa’da gerçekleşti. Suruç’un 5 büyük aşireti; Erdoğan, Kılıçaslan, Kalkan,
Şahin ve Boydan’lar tıpkı diğerleri gibi toplu olarak ilçede bir yürüyüş
düzenleyip HDP ilçe binasına gittiler. 12 yıldır AKP’nin ilçe teşkilâtını
yöneten siyasetçilerin neredeyse tamamı bu 5 aileye mensup.
Diğer bir ses
getiren katılım da Adıyaman’ın Kahta İlçesi’nde oldu. Türkiye’nin en büyük
aşiretlerinden Rişvan aşiretinin lideri ve Kurtuluş Savaşı döneminde büyük
başarılar göstermiş, Mustafa Kemal’in de övgüyle bahsettiği Hacı Bedir
Ağa’nın kızının mensup olduğu Turanlı ailesinden 12 bin kişi, yine toplu
yürüyüşle HDP saflarına geçti. Meclis’e muhafazakâr partilerden daima vekil
vermiş, Kahta’da belediye başkanlığını yürütmüş Turanlı aşiretinin katılımında
Rişvan aşiretinin önde gelen ismi Dengir Mir Mehmet Fırat’ın etkisi büyük
elbette.”[88]
Ve bir şey
daha: HDP İzmir 1’inci bölge 3’üncü sıra milletvekili adayı, kızımız
sanatçı Pınar Aydınlar’ın, “İzmir’de göç alan mahallede yaşayıp fabrikada
çalışan kadına da gidecek, yalıda oturan, şirket yöneten kadına da. Seçimde
‘kalbine yaslanarak’ konuşup, oy isteyeceği”ni açıklaması[89]
ya da HDP G. Antep milletvekili adayı Celal Doğan’ın, CHP yerine HDP’yi tercih
etmesinin sebebini, HDP dışında AKP’yi durduracak başka siyasi parti
olmadığı için tercih ettiği vurgusuyla, “Milletvekili olma arzusu ile HDP’ye
gelmedim. Siyasi partiler bir mebus atölyesi değildir. Ülkeyi yönetme arzusu
olan partilerdir. Bu ülkede o işi yapacak parti yok. O nedenle buradayım. Çok
kutsal saydığım bir dava için buradayım,”[90]
demesi gibi!
Ne demeli?!
Ha, bir de
malum Altan Tan meselesi var!
Bu noktada kimileri bize, Çiçeron’un, “Omnis
res eandem habet naturam ambigendi/ Bütün işlere iki taraflı bakmalıyız”
saptaması ile “Kusursuz aramak, kimseyi sevmemek demektir,” diyen Ermeni
atasözünü anımsatıp, “Unius verbi damna grandia fere/ Tek sözle mahkûm etmek,
büyük acelecilik” uyarısını dillendirebilir!
Ancak Altan Tan bu, ne dil sürçmesi ne de
başka bir şey… Yaptıkları, söyledikleri bir değil, beş değil, on değil... O,
HDP’den bir “Kürt AKP’si çıkarma”nın peşinde bir Kürt politikacısı...
CNN Türk’teki
‘Seçim Özel’ programına, “Selahattin Bey ben inançlı bir Müslüman’ım ve tek
kıblemiz var o da Kabe’dir dedi, böyle bir laf daha Kemal Kılıçdaroğlu’ndan
duyulmadı,”[91] diyen odur…
2007’de
Alevîler ve sosyalistler için “Tencerenin kapağı Marksist ve Alevî çizgidedir.
Bugün PKK’nın yönetici kadrosunun önemli bir kısmı Pazarcık, Elbistan ve
Tunceli kökenlidir. Çoğu Stalinist bir anlayıştan geliyor. Tencerenin kendisi
ise Sünnî, Şafi ve Nakşibendi’dir. Dolayısıyla bugün tencereyle kapak arasında
bir uyum sorunu vardır… 22 bağımsız DTP’li içinde namaz kılan, Ramazan orucunu
ful tutan bir tek kişi yok,”[92]
diyen de!
Ve yine O,
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı eleştirirken Kur’an’ı Türklere Kürtlerin öğrettiğini
vurgusuyla şunları ekleyendir:
“Cumhurbaşkanı
elinde Kur’an, Kürdistan’da geziyor. Kurban bu Kur’an’ı Kürtler ezbere biliyor,
ezbere. Başımızın gözümüzün üzerinde Kur’an’ın yeri var. Kürtler Türker’den 200
sene önce Müslüman oldular. Bütün dini, diyaneti Kürtler, Türk kardeşlerine
öğrettiler. Bu halk ile İsmet İnönü, Kemal Atatürk baş edemedi. Nemrut bile baş
edemedi. Bu halk Bediüzzaman Said Kürdi’nin torunlarıdır. Fatih Sultan
Mehmet’in hocası Kürt’tü. Götür Kur’an’ı götür, Marmaris’te, Bodrum’da,
İzmir’de göster. Rizeli müteahhitlere göster, hırsızlık yapmasınlar…”[93]
Uzatmaya gerek yok: Altan Tan, Altan Tan’dır
ve ister gülün, ister ağlayın, radikal demokrasi bileşendir!
Ve konuya
ilişkin bir not: “Sol siyaset, itiraz ve sorgulama merkezli olduğu için, pekâlâ
dini de, kültürü de eleştiri konusu edebilir. Kendini Müslüman olarak
tanımlayan birini solculuktan uzak tutmak bir sorun olabilir, ama bir solcunun
İslâmı veya mevcut kültürel değerleri benimsemesi gibi bir şart ileri
sürülemez, olsa olsa demokratlık adına ‘düşman’ olmaması beklenebilir…”[94]
Hepsi bu
kadar![95]
7
HAZİRAN YORUMLARI VE TAVIRLAR
Cumhurbaşkanı
Başdanışmanı ve AKP Ankara Milletvekili Dr. Bülent Gedikli, oy kullanma hakkına
sahip herkesin 7 Haziran’da sandığa gitmesini isteyerek, “Atılacak her oy,
Çanakkale Harbi’nde dağıtılan mermiler kadar değerli,”[96]
dediği seçimde birçok şey oylandı!
Korkut
Boratav’ın, “8 Haziran’da faşizme geçişi frenleyecek bir tablo da çıkabilir.
Sadece ‘frenlemek’ dahi çok önemli bir kazanım olacaktır. Durdurmak ve
geriletmek sonrasının işidir,”[97]
diye betimlediği tabloda hemen herkes bir şeyi “seçip”, bir şeylerden
“vazgeçse” de; ana eksen AKP karşıtlığı ile yandaşlığında somutlandı…[98]
Etyen
Mahçupyan, “Oyumu AKP’ye”[99]
derken; onun bir başka versiyonu olan Hasan Cemal de, “Oyum HDP’ye, Erdoğan’a
hayır demek için...”[100] veya Fazıl Say,
“HDP barajı geçmelidir”[101]
ya da İlhami Mısırlıoğlu, “Oyum, amalı, fakatlı da olsa HDP’ye, ancak onların
gerekçeleriyle değil!”[102]
dediler…
Bunda etken
Ertuğrul Kürkçü, “Adalet ve Kalkınma Partisi ile bir işbirliği içerisinde
olduğumuz iddiasına biz ancak gülebiliriz,”[103]
çıkışı ve “Seni başkan yaptırmayacağız!” tutumu oldu.
Ancak bu hiç
de kolay olmadı. Çetrefilli bir hâldi Ayçe Can’ın ifadesiyle, Bugün yine
örtük milliyetçi ve ırkçı arkadaşlarımla
tartışarak HDP’yi savundum, HDP’li arkadaşlarımla tartışarak sosyalistleri
savundum, sosyalistlerle tartışarak yine HDP’ye oy istedim.”[104]
Ha bunlara bir
de, binlerce örneğinden yakinen tanık olduğumuz[105]
seçim yolsuzluklarıyla birlikte baskı ve saldırıları da eklemek gerek.
Seçim
kampanyası sürecinde sıkıntıları yorumlayan ve Yüksek Seçim Kurulu’nun aldığı/
almadığı ihlâl kararlarının altını çizen Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi Prof.
Dr. Turgut Tarhanlı’nın, “Seçimin meşruiyeti gölgelendi”;[106]
Bilgisayar Yüksek Mühendisi Cüneyt Göksu, Destekli Seçmen Kütüğü Sistemi’nin
denetime açık olmadığı vurgusu;[107]
oy kullanılan okul bahçelerindeki plakasız araçlar[108]
da eklenmeli…
Ancak bu kadar
da değil! Emniyet Genel Müdürlüğü, 7 Haziran’da yapılacak genel seçimler
öncesinde ve sonrasında çıkabilecek olayları gerekçe göstererek biber gazı
stoku yaptı.[109]
Ya “Trabzon’da
solcu olmak hele HDP’li olmak 1960’ların Amerikası’nda siyah olmak gibi bir
şey…”[110] dedirten tehditler, Erzurum, Diyarbakır[111]
vd. saldırılar![112]
Diyarbakırlılara
dini referansların ağırlıklı olduğu sözlerle seslenerek, HDP’nin neden
Batı’daki adaylarını buraya gelip göstermediğini soran Başbakan Davutoğlu’nun,
“Her adayımızı Diyarbekir sınavına sokarım ben. Diyarbekir ne demek hepsi
anlatır. Ama HDP’nin İstanbul, Eskişehir, İzmir adayları gelip ahlâk abidesi,
iman abidesi Diyarbekir’in huzuruna çıkabilir mi? Gelsinler batıda
söylediklerini burada da konuşsunlar. Diyarbekir’in ahlâkına, irfanına aykırı
sözleri burada söyleyebilirler mi?” diye sorduğu![113]
‘Türkiye
Otobüsçüler Federasyonu Genel Kurulu’ndaki konuşmasında Cumhurbaşkanı
Erdoğan’ın, “Ben 40 yıldır milletimle olduğum için buradayım. Doğu’da,
Güneydoğu’da Kürt kardeşimin duygularını istismar edip, İstanbul’da beyaz
Türklerle kadeh tokuşturmuyorum böyle derdim de yok. Diyarbakır’da müftü aday,
Eskişehir’de eşcinsel aday biz göstermiyoruz,”[114]
diyebildiği iğrençlik tablosunda nefret söylemi ve tehdit içeren tweet’leriyle
tanınan (ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın nikah şahitliğini yaptığı) ‘Ak
Trol’lerinden ‘Sağlam İrade’ rumuzlu Taha Ün, HDP’nin barajı aşması
üzerine “İbneler ve teröristler meclise giriyor” twitini attığı[115] dizayda tüm bunlar ne “tesadüf”dü
ne de şaşırtıcı!
7
HAZİRAN SONRASI
7 Haziran
sonrası, “Nil sub sole novum/ Güneşin
altında hiçbir şey yeni değil” gerçeğinin bir kez daha tecellisinden
başka bir şey değildi!
Verili tabloda
seçimlere sermaye, sol ve halk dahil hemen her kesim, alışılmışın dışında bir
anlam atfedip, ortalıkta değerlendirme enflasyonu söz konusuyken; ilk yanılgı
“AKP yenildi, bitti; iktidardan düştü”dür. Ama böyle birşey yok. Hayır HDP’nin
başarısını yok sayıp, önemsizleştirecek değiliz; ancak, ihtiyatlı olmak
gerekiyor. Çünkü AKP ve temsil ettiği kesimler, hâlâ güçlüdür; yerli
yerindedir.
Bu bağlamda
“Seçimle büyük badireyi atlattık. ‘Hubris’ büyük bir şamar yedi. Ama iş
bitmedi. Geçmemiz gerek bazı daha küçük badireler var. Bunları geçtik mi,
demokrasi bir uzak vaha olmaktan çıkacak.”[116]
“Seçimi kaybeden Tayyip Erdoğan’dır,”[117]
diyen Murat Belge kolaycılığının liberal -ucuz- “kehanetleri”ni bir kenara
koymakta büyük yarar varken; şu tesbiti yapmak gerekiyor. Bu seçimin iki galibi
vardır: MHP ve HDP...[118]
Ya kaybedenler
mi? Birisi -üzerinde fazla durulmasa da- Gülen Cemaati’ydi…[119]
Ve asıl kazanan (Türkiyelileşme perspektfi
falan değil!) “An azadi an azadi/ Ya özgürlük ya özgürlük!!”
yönelişindeki Kürtler’in tarihsel brikimidir kuşkusuz…
Seçim öncesi
‘Doğu ve Güneydoğu Sanayici İşadamları Dernekleri Federasyonu’ Başkanı Şah
İsmail Bedirhanoğlu’nun; “Batı’daki Kürtler oy verirse HDP barajı aşar,”[120] saptaması doğrulanırken; “Doğu
Anadolu Bölgesi’nde seçimin galibi açık ara HDP oldu. MHP, Doğu’daki kalesi
Iğdır’ı; CHP, Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu’nun memleketi Tunceli’yi HDP’ye
kaptırdı. Erzurum’da AKP’nin bazı ilçelerden daha fazla oy almak için listesine
eklediği Şeyh Said’in torunu Abdurrahim Fırat ile Zehra Taşkesenlioğlu da oy
kaybını engelleyemedi.
AKP’nin oyları
ise Erzurum dahil, bölgedeki tüm illerde düştü. 2011’de BDP’nin desteğiyle
bölgedeki bağımsızları Meclis’e taşıyarak grup kuran HDP, 7 Haziran’da oy
patlaması yaptı. Tunceli, Ağrı, Hakkâri ve Iğdır’da tulum çıkaran HDP, AKP’den
9 milletvekilliğini aldı (Erzurum, Van, Ağrı, Bitlis ve Kars’ta).
Propaganda
döneminde çözüm sürecini ve bölge illerine yönelik yatırımları öne çıkaran AKP
ise hayal kırıklığına uğramaktan kurtulamadı. Hiçbir ilde 2011’deki oylarını
koruyamayan AKP, 35 puan kaybı bile gördü. MHP Erzurum, Erzincan ve Malatya
dışında varlık gösteremedi. CHP oyları da ciddi oranda eridi.”[121]
Örneğin HDP
Ağrı’da yüzde 76.91, Hakkari’de yüzde 85.98, Şırnak’ta yüzde 83.9,
Diyarbakır’da yüzde 77.73, Dersim’de yüzde 59.91, Muş’ta yüzde 70.18, Siirt’te
yüzde 65.05, Batman’da yüzde 71.2, Van’da yüzde 73.5, Mardin’de yüzde 72.07
oranında oy aldı.[122]
Yine HDP
Samsun’da yüzde 1.39; Gümüşhane’de yüzde 1.53; Tokat’da yüzde 1.28; Ordu’da
yüzde 0.83; Giresun’da yüzde 1.01; Rize’de yüzde 1.15; Trabzon’da yüzde 0.89;
Bayburt’ta yüzde 1.10; Hopa’da yüzde 2.76; Düzce’de yüzde 2.05; Karabük’te
yüzde 1.14; Kastamonu’da yüzde 0.67; Bolu’da yüzde 1.69; Çorum’da yüzde 1.87;
Sinop’ta yüzde 1.25; Amasya yüzde 1.19; Bartın’da yüzde 1.26 oranında oy
alırken;[123] Konda Araştırma
Şirketi’nin genel müdürü Bekir Ağırdır’a göre HDP’nin yüzde 13’lük oyunun 2
puanı Kürt olmayan ve HDP barajı geçerse AKP’nin zayıflayacağını, hatta tek
parti iktidarını kaybedeceğini düşünen kesimlerden geldi; kalan yüzde 11 ise
Kürt oylarıydı.[124]
Ayrıca 7
Haziran seçimlerinde 80 milletvekili kazanan HDP’nin Aydın, Elazığ, Hatay,
Batman, Muş, Bingöl, Siirt ve Ş. Urfa’da[125]
küçük farklarla 8 vekilliği kaçırdı. HDP, yurtiçinden 5 milyon 831 bin 620,
yurtdışından 211 bin 299 oy aldı. Cezaevlerinden HDP’ye 15 bin 230 oy çıktı.
Analize göre HDP, 5 bin seçmenin daha oyunu alabilse Aydın’dan 1 vekil
çıkarabilecekti. Selahattin Demirtaş’ın memleketi Elazığ ile Hatay’da ise 6 bin
oy farkla 1’er sandalyeden oldu. Batman’dan 2 bin oy daha alınsa 3 yerine 4,
Muş’ta 2 bin 500 oy daha alınsa 2 yerine 3 milletvekili kazanılacaktı. Bingöl’de
ise 2. milletvekilliğini 5 bin oyla kaçırdı. Siirt’te 8 bin oy 2 yerine 3
sandalye, Ş. Urfa’da 9 bin oy 5 yerine 6 sandalye kazandıracaktı.[126]
Görünen odur
ki, “Kürt halkı yaşadığı coğrafyada hem
kendi ulusal demokratik birliğini sağlayıcı politik bir adım atmıştır, hem de
coğrafik bütünlüğünün gerekliliğine işaret etmiştir. AKP, Kürt coğrafyasında
sandığa gömülmeye başlanmıştır. AKP, Kürdistan’da çökmüştür. Fırat’ın batısında
yaşayan Kürtler ayağa kalkmış, kimliğine ve onuruna sahip çıkan bir tutum sergilemiştir.
Kürt halkı bu seçimlerde kendisi için halk olma yolunda korkusuzca yürüdüğünü
gösterdi...”[127]
Gerçek budur; Türkiyelileşme falan değil!
O hâlde seçim
sonuçlarını değerlendiren Ahmet Ümit’in, “Bu zafer, gerçek, demokratik
Türkiye’nin ilk adımları olabilir,”[128]
saptamasının ya da “Erdoğan aşağıya, tarihin sarkacı sola”[129]
türünden öngörüsünün oldukça karşılıksız beklentiler olduğunun altını çizelim.
Tıpkı Ergin
Yıldızoğlu’nun, “AKP’nin, siyasal İslâmın momentumu kırıldı. Momentumu HDP
kırdı… HDP’nin yeni halkçı bir ’tarihsel blokun’ partisi olmaya aday
olduğunu gösterdi… HDP’nin Batı’da aldığı oylara bakarak Gezi’de açığa çıkan
enerjinin HDP’ye yöneldiğini söylemek olanaklı...”[130]
Ferda Koç’un,
“Rojava Devrimi ve Haziran İsyanı parlamenter temsil alanını halka açtı…”[131]
Ali Ergin
Demirhan’ın, “Halk İsyanı’yla tökezleyen AKP tek parti iktidarının çöküşünün
bir egemen sınıf operasyonuyla değil sol müdahaleyle gerçekleşmesi solun
önümüzdeki dönemi açısından kritik önem taşıyan bir başarı olarak tarihe
geçti…”[132]
İbrahim
Okçuoğlu’nun, “Bu çürümüş ve yıkılması gereken burjuva düzen içinde HDP
duruşuyla bir çekim merkezi olmuştur. Bu nedenle aldığı oyun ötesinde bir güce
sahip olduğunu, milyonlar tarafından izlendiğini bilmek zorundadır. Seçim sonuçları
HDP’nin demokrasi ve özgürlükler için bir yol açtığını göstermektedir… HDP,
demokratik Türkiye ve özgür Kürdistan mücadelesi veren bir güçtür...”[133]
Ender
İmrek’in, “Bu seçim her hangi bir seçim değil, Türkiye’nin, işçi ve
emekçilerin, ezilen ve sömürülen halkların yeni bir hamle yapabilmeleri için
hayati derecede önemli bir seçim…”[134]
Ferhan
Umruk’un, “7 Haziran’da seçimin kilit partisi HDP’ye verilen oylar, Erdoğan
eliyle uçuruma sürüklenmekte olan treni durduran imdat freni olmuştur…”[135]
11 Haziran
2015 tarihli Parti Meclisi toplantısının sonuç bildirgesinde HDP’nin, seçim
sonuçlarının değerlendirirken, “HDP’nin bu seçim başarısıyla ‘Büyük İnsanlık’
değerleri üzerinde inşa edilecek ‘Yeni Yaşam’ın yolu açılmıştır. Şimdi bu yolu
genişletmek, bu yolda yürüyecek olanları çoğaltmak, Türkiye demokrasi, barış ve
emek güçlerinin birliğini ve beraberliğini geliştirmek ve perçinlemek,
halkların demokratik iktidar hedefine emin adımlarla yürümek zamanıdır…”[136]
Suat
Bozkuş’un, “HDP şahsında kazanan Demokratik Çözüm Süreci ve Yeni Yaşam
projesidir. Halkın gözünde ve gönlünde kazanan budur. HDP, seçilen vekilleri ve
tüm örgütüyle bu doğrultuda çalışmak ve kazanmak zorundadır. O zaman HDP’nin
kitle desteği de oyları da hızla artacaktır. Çünkü bunlar HDP için bir seçim
propagandası malzemesi değildir. Halklarımız arasında kalıcı bir barış ve
eşit-özgür yaşam için atılması gereken ilk adımdır. Yaşamsal öneme sahiptir…”[137] cümlelerindeki afaki/ öznel
“iddialar” gibi…
Ve bir nokta
daha: “Kürtlerin seçim zaferi”nden[138]
söz edenlerden; “Seçim sonuçlarını tek tipçiliğe, otoriterliğe, tek adam ve tek
parti sistemine ‘Hayır’ diyen halkların zaferi olarak görün,”[139] diyen HDP Eş Genel Başkanı Figen
Yüksekdağ’a bir kez daha hatırlatalım: Seçim zaferi olmaz; seçimler kazanılır
ve her kazancı “zafer” dye sunmamakta büyük yararlar vardır…
Barajı aşmak önemlidir; ancak aslolan düzeni
aşmaktır!
Sistemi
aşma, sistem karşıtı olma bir program meseledir; o program da
“radikal demokrasi” falan olamaz!
Unutulmasın
radikal sosyalistler, anti-kapitalist ve
anti-emperyalist oldukları ve sömürü sistemini yıkmaktan yana saf
bağladıkları için devrimcidir.
Bu bağlamda
HDP kimilerince önemli bulunsa da, doğaldır ki tek yol değildir. Dahası, ne ana
gövdesini Kürtlerin oluşturduğu yapısı, ne pragmatik “Türkiyelileşmek”
söylemleri ne esin kaynaklarını oluşturan “radikal demokrat” söylemler, ne de
bölgesel aktüalite, HDP’nin “anti-kapitalist” bir hattı benimsemesine
elvermektedir.
Bu, hiç
kuşkusuz ki HDP’yi anti-kapitalist bir hatta yerleştirmek isteyen unsurların olmadığı
anlamına gelmiyor. Burada bir parantez açıp, HDP’ye yönelik uyarıların da altını çizerek;[140] sözü -hiç tanımadığımız- Can
Ülger’in şu saptamalarına bırakalım:
“Temel mücadele hattımızı AKP karşıtlığı
üzerinden konumlandırırsak sonuçlar şimdilik hepimize yeterli gelebilir. Peki
emek cephesinde değişen bir şey var mı? Dengir Mir Mehmet Fıratların HDP’den
vekil seçildiği şu dönemde bu soru (ya da sorun) tüm yakıcılığıyla önümüzde
duruyor…
Sormak mecburiyetindeyim: Parlamentarizm
zehri yavaş yavaş partinin anadamarlarına zerk olunursa (Ertuğrul Kürkçü’yü
yazının sonunda muhabbetle andık) ne yapacağız? Gezi’de yükselen öfkeyi
parlamentoya mı hapsedeceğiz?...
HDP’nin öncelikle SYRİZA’laşmaktan
kurtarılması gerekiyor…
Kürt antipatisini sınıf söylemiyle gizlemeye
çalışmayan ve HDP bileşeni olmayan, enternasyonalist sol-sosyalist kurumların
ve aydınların eleştirileri göz ardı edilmemelidir. Şüphesiz ki HDP’nin Altan
Tan’dan ziyade Temel Demirer gibi aydınlara yönelmesi toplumsal mücadele
açısından daha verimli olacaktır.
Bazılarının aramızda yeri olmamalı. İsmi
lazım değil ama bilin istiyorum: Dengir Mir Mehmet Fırat’ın ‘Yeni Yaşam’da yeri
yok! O ve onun gibiler kapitalist dünyanın molozlarıdırlar. Kanserli
hücrelerden kurtulmak için HDP’li sosyalistler politik hatlarının gereği hem
Fırat Ağa’ya hem de partinin içindeki diğer hatalı kodlara karşı tavır
geliştirmelidir. Bu sayede belki de önümüzdeki seçimlerde Mersin milletvekili
bir topraksız köylü ya da taşeronda çalışan güvencesiz bir işçi olabilir. Bu
ihtimal yeni yaşama dahildir; ihtimalleri göz ardı etmeyelim, ihtimallere
sımsıkı sarılalım…
HDP bu yüzde 99’un kazanımlarını savunduğu
ölçüde HDP’dir. Ola ki yolundan saparsa, müsebbibi ‘konjonktür’ değildir,
olamaz; sorumlu yukarda bahsi geçen kanserli hücrelerdir.
Son olarak: Seçim çalışmaları döneminde Ege
Sanayici ve İşadamları Derneği’nin (ESİAD) konuğu olan HDP İzmir milletvekili
adayı Ertuğrul Kürkçü’ye[141] o konuda ben de çok
kırgınım. Kızıldere adın ahire kalsın…”[142]
“İçeriden” bu saptamalar ve
öneriler, elbette ki önemlidir. HDP’nin “Türkiyelileşme” savlarının bir
karşılığı olacaksa eğer; bu, bu coğrafyanın ezilenleri ve sömürülenlerinin
anti-kapitalist/ anti-emperyalist mücadelesini omuzlamasıyla
gerçekleşebilecektir.
AÇIK SÖZLÜYÜZ ÇÜNKÜ…
Tom Robbins’in, “Doğru bildiğin şeyleri
yapman, söylemen yüzünden kaybettiğin biri varsa, kaybedilmeyi hak etmiştir,”
sözlerinin altını çizerek buraya dek ifade ettiklerimizin birkaç noktada
toparlayacak olursak:
i) Haziran 2015 seçimlerinde oy verdiğimiz
HDP’ye desteğimiz, ne sınırsız/koşulsuzdur, ne de eleştirilerden arî, tartışmasız bir angajmana işaret
etmektedir.
ii) 2015 seçimleri, HDP’nin Kürt
coğrafyasındaki başatlığının, ve bu ülkedeki Kürtlerin temsilcisi olduğu
gerçeğinin tescili anlamına gelmektedir. Bu, bir bakıma, öncelikle AKP olmak
üzereTürkiyeli egemenlerin güdümündeki “çözüm” projeksiyonlarının da iflası
anlamına gelmektedir. 7 Haziran 2015 itibariyle Kürt bölgeleri, net sınırlarla
belirginleşmiş, AKP’nin yıllardır sürdüregeldiği “İslâm kardeşliği” söylemi, karaya oturmuştur.
iii) “Ulusların kendi kaderini tayin
hakkı”ndan hiçbir zaman vazgeçmeyen, bunu ilkesel kabul eden radikal
sosyalistler açısından, bu, hiçbir şekilde sorun teşkil etmez. Sosyalistlerin
Kürtlerin özgürlük mücadelesiyle yanyanalığı, ne AB hesapları, ne
“demokratikleşme” projeksiyonları, ne de benzeri bir liberal yanılsamayla
ilgilidir.
iv) Bizim açımızdan HDP’nin sorunu,
“Türkiyelileşmek” adı altında, muğlak ve bulanık bir “herşey uyar” stratejisi doğrultusunda,
benzemezleri (liberaller, İslâmcılar,
sosyalistler) bir araya getiriş tarzında yatmaktadır. “Radikal demokrasi” ile
“pragmatizm”in belirli bir konjonktürdeki çakışması, radikal sosyalistlere
“yeni paradigma” olarak sunulmakta, bu uğurda kendilerini var eden ilke ve
ideallerden feragat etmeleri istenmektedir.
v) HDP’nin “çokkimliklilik, çokkültürlülük,
dinsel özgürlük, kadın devrimi, komünalizm, ekolojik-demokratik toplum” vb.
söylemleri, mevcut sistemi, yani milli gelirin 820 milyar dolar, 43 kişinin
toplam servetinin ise 117 milyar dolar olduğu bir ülke “sınıf” gerçeğini
tartışma alanının dışına itmektedir. Böylesi bir söyleme teslim olmak,
sosyalistlerin siyasal ve ideolojik intiharı olacaktır.
Filiz
Koçali’nin, “Etkili muhalefetten daha iyisi var” vurgusuyla, “CHP-AKP-HDP
koalisyonu neden olmasın?”[143]
ya da Baskın Oran’ın, “Eyy HDP! Ne yap yap, aynen böyle devam
et. Türkiyelilik geç geldi, güç olmadı, herkes tuttu. Sakın bakma
sağına soluna, Duranına Kalkanına, seni seçim sonrasında pasif politika
izlemekle itham edenlere, ‘yeni savaş hükümetleri kurulur ve ülkemiz yeniden
kan gölüne döner’ gibilerden ne dediği anlaşılmayanlara. Benim kuşağım bu
işleri 60 ve 70’lerden bilir. Gençliğimizde bu gibi yanlış yönlendirmelerin
adına ‘sol sapma’ derlerdi; sağ sapma kadar tehlikelidir. Sen işine bak. Çok
iyi gidiyorsun. İyi gidişi devam ettirmek iyi gidişe başlamaktan zordur bu
memlekette,”[144] ifadelerindeki reel-politiker pragmatizm prim vermeden “O
zaman ne yapmalı” mı?
“Düş
gördüğünün farkına varırsan, düş sona erer,” der Osho… Biz sonsuz ve sınırsız
düşler görmeye devam ederken; Max Horkheimer’ın, “Zamanımızın gerçek bireyleri,
kitle kültürünün kof, şişkin kişilikleri değil, ele geçmemek ve ezilmemek için
direnirken acının ve alçalışın cehennemlerinden geçmiş fedailerdir,” uyarısını
unutmadan elimizden geldiğince de onlar için mücadeleye devam edeceğiz…
Şeyh Bedreddin’in, “Ay ve güneş herkesin
lambasıdır, hava herkesin havasıdır, su herkesin suyudur. Ekmek neden herkesin
ekmeği değildir?” sorusunu altını çizerek; “Industriae nil impossibile est/
Gayretli olana imkânsız hiç yok,” diyerek; Bertolt Brecht’in, “Kalkın ey
insanlar dik durun, haykırın tüm gücünüzle bitsin bu kanlı oyun” sözcüklerini
telaffuz edeceğiz ısrarla, tutkuyla…
Reel-politiker
kaygılarla kim ne derse desin; “Hiçbir şey her şey demektir!”[145] gerçeğini ıskalamayacağız…
Büyüklerin,
yalnızca biz diz çöktüğümüz için “büyük” olabildiğinin bilincinde, “Fırtınanın
şiddeti ne olursa olsun, martı sevdiği denizden asla vazgeçmez,” diyeceğiz
Alfred Capus gibi…
Biliyoruz:
“Bir zorbayı tahttan indireceksen, önce senin içinde yuvalanmış tahtını yok et
onun,” der Halil Cibran ve “Yeni bir hayat, yıpranmış eski bir hayat gibi
dikkatli yaşanmaz! Temelinden dinamitlenir!”[146]