Sayfayı Yazdır | Pencereyi Kapat | Resimleri Göster


Arkadaşım sevimli şeytan


Açıklama:
Kategori: Köşe Yazarları
Eklenme Tarihi: 01 Nisan 2015
Geçerli Tarih: 03 Mayıs 2024, 20:04
Site: Görele Sol Platformu
URL: http://www.gorelesol.com/yazar.asp?yaziID=20861


Arkadaşım sevimli şeytan


Yazlığımız, Dörtyol Burnaz'ın bâkir ve bakımsız ama bir o kadar da muhteşem kıyısında, incecik kumların, küçücük tepeciklerin arasında ; deden kalma tahta bir barakaydı. Kıyıdan biraz uzakçaydı. Ama sıcak yaz gecelerinde uyuduğumuz damdaki tahta sedirden tüm kıyı, kuşbakışı görünürdü. O yaz üniversitedeki ders konusunun stajını Botaş'da yapacaktım. Demek ki kış günlerim de yazlık evde geçecekti..

Ve bir gün... Sonbahar akşamının hafif ısıran soğuğunda, Burnaz Sahili'nde dantel dantel köpüklü dalgalarının, vahşi ataklarla sereserpe kıyıya yayılışı... Ağır,  dalgın yürüyorum, ayaklarım ıslak kumlarda derin izler bırakarak yürüyorum...

Dalgaların kıyıda söndüğü yerin hemen az ötesinde hâki renkli bir çadır. Önünde, başını ayaklarının arasına almış uyuklayan kurt cinsi bir köpek... Ve bir adam... Çalı çırpıdan ateş yakmış,  ateşin alaz alaz alevleri yüzüne yansıyor. Bağdaş kurmuş deniz kokan kumların üstünde, dalgın bakışları kor alevlerinde... Yaklaştım,

- Merhaba!..

Başını kaldırdı, alnına dökülen kuzguni siyah saçların arasından çakır gözleri çakmak çakmak bakıyor...

- Merhaba!..

Ses tok ve buğulu... İlgimi daha da tetikledi bu ses...

 - Havalar iyice soğudu, siz hala çadırda mı kalıyorsunuz?..

-  Bir mahzuru mu var, keyif benim kışın da kalabilirim. Neden soruyorsun?

Sertti, emreden komutan gibiydi cevapları ve saldırgan bir edayla yönelttiği soruları bile... Yumuşatmaya çalışarak,

 - Yoooo, pek gizemli bir tablo gibisiniz. İlginç bir tablo.. Parmağımla göstererek, ben de şu ilerdeki barakada oturuyorum. Üniversite öğrencisiyim..

-  Haaaa!... Pek mi beğendin bu tabloyu gençlik!..

- Evet.

 - Gel şöyle yanıma otur o zaman, çekinme kumlar sıcak, ateş dosttur insana... Prometheus, ateşi Tanrılar Tanrısı Zeus'tan çalıp insanlara vermiş ya!.. Hiç söndürmem bu ateşi...  Kutsaldır...

Bilge bir kimlik, dolu dolu... Havadan sudan konuşarak yaşam öyküsünün kıyısında sorularımla dolanıyorum hafiften. Pat diye ortasına atlayıverdi konunun..

- Kıvranma sen,  bak anlatayım... Öyle bir hayat yaşadım ki... Herşeyim vardı, herşeye sahiptim... Ama birşeyim yoktu... Öyle şaşkaloz şaşkaloz bakma... Şöyle ki; her güzelliği dolu dolu dolu yaşadım. Görevliydim, dağlarda çarpıştım... Kaptan olarak bütün dünyayı dolaştım. Teviiir teviiir hatunlarla oldum.. Lüks otellerde veya mezarlıklarda yattım... Ama hep bir şey vardı. Beni hiiiç yalnız bırakmayan, en olmaz zamanlarda beni sıkıştıran arkadaşım şeytan!.. Ama günahkar yanı ile değil, sevimliliğiyle yanımdaki şeytan!..

Kahkahası alevleri titretti..

Konuşmaları, tavrı kendinden ne kadar emindi... Gizem doluydu... Her gün yanına gittim. Anıları, yaşam felsefesi sıradan değildi. Doğruya da, yanlışa da bodoslama dalıyordu. Korkusuzdu. Sanki yaşamı "ti "ye alıyordu, kimseye eyvallahı yoktu.

- Geçi dağda, kılı sırtında diyordu...

Yalnızca köpeği... Beyaz tüyleriyle masmavi gözlü Rus Kurt'u...

- Bak gençlik,  dört ayaklılardan değil, iki ayaklılardan korkacaksın. Esas o iki ayaklılar sinsice ısırır. Dört ayaklılara hayvan demişler, iki ayaklılara da insan... Pöh!..

İlerleyen günlerde bu yaralı askerin, korkusuz kaptanın, romantik piyanistin müdavimi olmuştum. O ateş, gece gündüz hiç sönmüyordu. Her geldiğimde onu o ateşin başında buluyordum. Bazı günler elinde rakı bardağı ve kor ateşinde yaktığı, külünü kumlara çırptığı sigarasıyla ağır ağır anlatırken dili pelteleşirdi. Ama dağlarda ki çatışmalarını anlatırken rakı bardağını daha bir sıka sıka kafasına dikerdi... Ve konuşmaları hiç teklemezdi... Bir gün buraya gelme kararını nasıl verdiğini sordum.

 - Çocuk, zorlama beniiii, yalnızca dinleeee!... Anlattığım kadarını dinleee!...

Ve sustu.. Dalgın, mahzun dalgalara daldı ve sustu...

Sonraki gün mehtap vardı. Ay, geceye gökte kandil olmuştu. Deniz oynak bir kadın gibiydi, yakamozların ruhu, ateşimize yansıyordu... Çakır gözlü, anlatıyordu coşkulu coşkulu... Vurgun olduğu denizi...  Kuru yük, akaryakıt,  yolcu gemilerini ; kaç gros tonluk, kaç  kreyinlik olduğunu,  sonra köprüstü, güverte, kamara, lumbar ağzı, navlun, nete, laşing, başaltı... Puruvaya göre sol tarafa iskele, sağ tarafa sancak dendiği, geceleri iskele tarafında kırmızı ışık yandığını, sancak tarafındaysa yeşil ışık yandığını anlatıyordu. Birinci kaptana süvari dendiği, süvarinin gemide koruyucu, kollayıcı olan "baba" demek olduğunu ve geminin herşeyi olduğunu,  Boss sorumluluğunun ağırlığını anlatıyordu sakin ve özlem dolu bir sesle... Veeee kıyılarda bekleyen sevgililerini... Benim için nasıl renkli ve ilginçti  anlattıkları... İlla ki denizler Tanrısı Posaidon'un maceraları... Birden durdu.

- Bak buraya gelme kararım nasıl oldu biliyor musun?.. Hiç soru sorma yalnızca dinle...

"  Zor bir günün öğlesi.. Mersin, İstiklal Caddesindeyim... Bir yandan yana yakıla iş arıyorum, diğer yandan can çekişen cebim... Ah, cebim derken o da yırtılmış yok olmuş sol cebim... Allahtan sağ cebim sağlam kalmış... Amaaannn ne olacak ki zaten hem param da yok. Tanrım!..  Ne kadar zor bir gün yaşıyorum aslında... Ama hakettim ben bunu hakettim. Oysa bu ünlü caddeden bir zamanlar lüks arabamla kaykıla kaykıla geçerdim. Oysa şimdi yayayım, üstelik karnım açlıktan zil değil adeta çan çalıyor. Ne tarafa gitsem acaba? İstasyona doğru mu? Yoksa meşhur kerebiççilerin olduğu tarafa mı?  Ne fark eder ki karnım aç... Ve benim param yok... Hem yemeği unut oğlum iş ara iş bul şimdi. Yaşamalısın tıpkı eğitim alırken, yalnız bırakıldığın Manisa'daki gibi... Ayakta kalmalısın.

Aşağı yukarı, aşağı yukarı derken meşhuuur Tabak Lokantasııı... Önünden geçiyor akıyorum aşağıya doğru. Sonra tekrar dönüyor yukarı doğru akıyorum.  Tıpkı tersten akan Göksu Nehri gibi...

İş bulamadığım gibi karnımda çancı iflas etti, galiba yoruldu. Simdi orkestra görev aldı sanki... Açııımmmm...

Bir an sırtında küfesi olan bir hamal gözüme ilişti. Belli ki o da iş bekliyordu. Acaba ben de bir küfe alıp yük mü baksam ki... Ama yok ben yapamam. Yapamam diyorum çünkü o adamın kaldırdığı küfeyi, yükü ben taşıyamam, adeta altında kalırım diyorum. Acaba hamal da aç mı ki benim gibi? Bilmem... Param olsaydı hamalı da alır Tabak Lokantası'na giderdik beraber ona yemek ısmarlardımmmm.. Oğlum ayranın yok içmeye, atla gidiyon......., lan... Sen doydun, hamal mı kaldı. Ama ne yapayım ki ben buyum. Duygularım, hayallerim bile koministçe, devrimci... Don kişot, Robin Hud...

Hmmmmm... Hala iş yok biraz dinleneyim bariiii...

Eeeee hala aç mı gezeceksiiiiinnn. Tabak Lokantası önündeki adam seni ezberledi. Gel, geç... Gel, geççç... Aklıma kerhane sokağında gezerken davetkâr nidalarıyla çığırtkanlık yapan adam geldi,

-  Hadi on bin, on bin geç on bin.. Emmeli, gömmeliii geç geç on bin!..

Güleyim mi ağlanacak halime?.. Yoooo!... İçimdeki ses konuşuyor,

- Ben bu yemeği neden yiyemiyorum?

- Ama cebimde para yok ki  o yüzden...

- Paramın olmaması suç mu?

-  Hayır.

- Sen bu lokantaya paralı girdiğin günler çoook oldu. Taaaa ki  Mersin..... .... görev yaptığın yıllarda bile sen bu lokantada fazlasıyla yemek yemiş, yedirmiştin...

- Öyleyse şimdi de yemelisin.

İçimdeki ses,

- Gir içeri ve yeteneklerini konuştur diyor. O ses şeytan galiba... Melekler beni pek sevmez de... Hem melekler korkaktır, şeytan ise daha cesur. Evet artık cesur, sevimli  şeytanlayım...

Veeee giiiiirdim içeri. İçerdeyim.

- Buyurun beyefendi hoşgeldiniz.

- Hoşbulduk.

- Nasıl oturmak istersiniz?

- En güzel yer burası galiba.

- Evet beyefendi, buyrun tekrar hoşgeldiniz.

- Tekrar hoşbulduk, menü lütfen...

- Buyrun.

İnceliyorum. Fiyatlar adeta ateş pahası. En ucuz kuru fasulye pilav, su 35TL. Ben de ise toplamda 8 TL var... Yo, yo en kaliteli yemeği yiyeceğim... Madem ki şeytan yanımda, ona yakışırrrrr bir sofra olmalı...

- Eveeet ben kuzu incik dolması, yanında pirinç pilavı, yanında cacık, artı çoban salatası istiyorum. İçecek olarak da coca cola light, ama kutu olacak ve lütfen çooook soğuk olsunnn...

- Peki efendim. Emredersiniz...

Garson da bakmıyor bana, şef garson bakıyor. Bakalım şu keyfe ve tadını çıkaralım. Ve tadalım şu güzel lezzetleriiii. Eeeee şeytancııım, nasıl beğendin mi siparişlerimizi?.. Ulan şeytan sen ne sevimli şeysin yaaaa helal olsun sana canım benim, iyi ki varsınnn...

Ve şef garson az sonra yanındaki yardımcı garsonla tepsidekileri yavaş yavaş masaya diziyor. Adeta içtimaya alınan askerler gibi, ip gibi sıralı.

- Evet beyefendi başka bir emriniz?..

- Evet var. Acı biber istiyorum, var mı?

- Yeşil biber mi, yoksa kuru biber mi?..

- Şefff, yaklaş bana kulağını getir.

- Buyurun efendim.

- Sen yatakta hatunu neresinden öpersin?

- Hahhahhaaaa,aman efendim bu nasıl yorum?..

- Sen söyle, söyle..

- Tabii ki dudaklarından.

- Haaa, öyleyse yeşil biber getir. Yeşil biber kadını dudaklarından öpmektir. Kuru biberse kadını gö....den öpmektir ver kararını..

- Ha ha ha... Beyefendi alemsiniz. Ben size yeşil biber getiriyorum...

Eveeeeettt... Yeşil biber de geldi, artık yemeğe başlasak ha şeytancıııımmm.. Hadi afiyet olsun... Hmmmmm lezzete bakkk!...

Yemekleri sildik süpürdük...

- Beyefendi acaba tatlılardan ne alırdınız?

Hmmmm, evet fena olmaz yaniii... Madem ki yetenek konuşturacağız...  O halde tatlı yiyelim, tatlı konuşalım değil mi ha şeytancığım, tabi tabi...

- Ne var tatlılarınızdan?

-  Künefe, baklava, şöbiyet, kadayıf, sütlaç va spangile...

- Evet şöbiyet olsu lütfen.

- Üstüne dondurma alır mısınız?

- Evet evet lütfen.

- Emredersiniz.

Ohhhh, dondurmalı şöbyet ha şeytancııımmmm... Oh, karnımız davul gibi oldu. Karnımda ne çancı kaldı, ne de orkestra... Nerdesiniz lannn diyorumm... Beni çıldırtmıştınızzzz.. Beni şeytana arkadaş kılmıştınııızzz...

- Afiyet olsun efendim, kahveniz nasıl olsun acaba?

Ulan bu şef garson da b.... çıkardı ama..

- Eh hadi içelim bir kahve bakalım...

- Türk kahvesi mi olsun efendim?

- Peki orta olsun.

- Emredersiniz.

Kahveyi içerken şefle biraz yakınlaşalım.

- Şef güzel bir sunumdu. İşinizi iyi yapıyorsunuz, kutlarım.

- Teşekkürler efendim, teveccühünüz...

- Yo, yo siz değerli bir şefsiniz. Nerelisiniz acaba?

- Malatyalıyım efendim.

- Bravo anlamıştım zaten, ünlüler hep Malatyalıdır... İnönü, Özal, Ahmet Kaya, Kemal Sunal hep Malatyalı... Belli ki sizde yıllardır bu mesleği yapmışsınız, hakkını veriyorsunuz. Çok memnun oldum hizmetinizden...

- Teşekkür ederim efendim, teşekkürler.

- Bana rica etsem patronunuzu çağırır mısınız?

- Tabii efendim hemen.

Patron geldi.

- Buyrun efendim...

- Beyefendi yıllardır bu güzel lokantayı işlettiğiniz için ve bu güzel lezzetlerden bizleri mahrum etmediğiniz için sizi kutlarım. Ayrıca yıllardır müdaviniz olan ben, bu şef garson arkadaşa sahip olduğunuz için sizi kutluyorum. Bence o sizin kazandığınız bir cevher. Sakın onu kaybetmeyin, 3 istiyorsa 5 verin lütfen.

- Elbette beyefendi, gereğini yapıyoruz., beğeninize layık olmaya çalışıyoruz. Yine bekleriz efendim.

- Peki teşekkür ederim.

-  Bir kahve daha alır mısınız?

- Hayır teşekkürler, ben hesabı alayım lütfen...

Güzel mini bir sandıkçıkta hesap... Ohaaaa.. bu ne lan?.. Destuuuuuurrrrr... Hasduuuuuurrrrr...

Tam tamamına 67 TL... Allahuekberrrrr... Gülecem, gülemiyorum.. Kendime diyorum ki, ulan 167 TL olsa ne fark eder, zaten ödeyemeyeceksin. Şimdi bozuntuya vermeden yap hamleni... Hadi şeytancım, sıra sende canımmmm.

Ceimdeki bütün param olan 8 TL'yi garsona bahşiş olarak sandığa  bıraktım ve sonra..

- Şeeeefff!..

- Buyrun efendim,emredin.

- Canım benim, cüzdanım arabada kalmış. Ben T... Y....

- Emredin hocam...

- Şimdi geldiğimden bu yana sen emredin, emredin diye hizmet ettin ya bana!..

- Evet efendim.

- Şimdi sana gerçekten emrediyorum, ben bu hesabı yarın getirip sana vereceğim. Şimdi durumu kimselere çaktırma e mi?

- Ne demek hocam, şerefle emriniz olur...

- Sana üstümdeki parayı bıraktım, hizmetin için. Aslında daha iyi parayı hakettin. Ama dedim ya bir unutkanlık kazası oldu. Lütfen kabul et.  Yarın görüşürüz tamam mı canım benim...

Şefin gözleri masmaviydi... Baktı, baktı gözleri bir an gölgelendi ve sonra çakı gibi, selama durur gibi,

- Emredersiniz hocam...

- Hadi bakalım, kal sağlıcaklaaaaa, hoşçakal...

Ertesi günü o parayı götüremedim. Yoktu ki, hangi parayı götürecektim. Bir zamanlar sabah kahvaltısını boğazda yapar, akşama Adana kebabı yemek için Adanaya gelirdim uçakla... Kahveyi Mersin'de içerdim... Dedim ya, herşeyi yaşadım, her şeyim vardı ama hiiiiiççç bir şeyim yokmuşşş...

O gözler var ya o gözler, bir an duraksayıp gölgelenen gözler, sonra;

 - Emredin komutanım! diye tekmil veren güvenen,  asker edası vardır ya.. Öylesi eller havada teslim olmuş bir güven vardı o mavi gözlerde... Ertesi günü gidemedim, veremedim. O gözler var ya o bakış... Güvenen bakış... O gün karnım doymuştu ama ruhumu satmıştım... Ruhumu bir kap yemeğe satmıştım!.. Lev Tolstoy'un Diriliş'ini okudun mu?.. Oku beni anlarsın. İşte o günden,  o öğleden sonra herşeyi terkettim...

Bu çadır, bu kurt, deniz ve bu ateş.. Beni anlayabildin mi gençlik? Hadi artık yoruldum, yordun beni.. Git artık...

Eve dönerken tekrar tekrar dönüp baktım. Ordaydı, ateşin başındaki sülieti, arkasından denizin ışıltılı yakamozları, serap görüntüsü gibiydi..

Ertesi günü çadır yoktu. Çakmak çakmak bakan adam da, mavi gözlü Rus Kurt'u da yoktu.. Hiç sömeyen alazları alev alev yanan ateş de, sönmüştü. Yerinde kumlara karışmış bir avuç kül, Burnaz'ın beyaz köpüklü,dantel dantel dalgalarına savruldu.


Sayfayı Yazdır | Pencereyi Kapat | Resimleri Göster