Sayfayı Yazdır | Pencereyi Kapat | Resimleri Göster
Açıklama:
Kategori: Köşe Yazarları
Eklenme Tarihi: 22 Mart 2015
Geçerli Tarih: 03 Mayıs 2024, 05:14
Site: Görele Sol Platformu
URL: http://www.gorelesol.com/yazar.asp?yaziID=20776
ENTERNASYONALİZM
ÜZERİNE NOTLAR[1]
SİBEL ÖZBUDUN
“Sermayenin egemenliği
enternasyonaldir.
Bu nedenle tüm ülkelerin
işçilerinin kurtuluş
mücadelesi de ancak,
işçilerin uluslararası sermayeye
karşı
ortak mücadelesi olduğunda
başarılı olabilir.”[2]
“Enternasyonal” terimini ilk dillendiren hiç
kuşku yok ki Karl Marx ya da Frederick Engels değildir. Kaynaklar, terimin
“uluslararası hukuk”a işaret etmek üzere ilk kez ABD’li yararcı filozof Jeremy
Bentham tarafından kullanıldığına işaret ediyor.[3] Enternasyonalizm’in,
liberal devletlerin, liberalizmin ilkelerini hayata geçirtmek amacıyla egemen
devletlere müdahale edebileceğini öne süren “liberal” versiyonu ise, XIX.
yüzyılda Britanya dışişleri bakanı/ başbakanı Lord Palmerston eliyle yürürlüğe
sokulmuştu. Aslına bakarsanız, fikir “kozmopolitanizm” biçimiyle Kant’tan beri
mevcuttu.
KAVRAMIN
KÖKENİ
Enternasyonal nitelikte bir işçi
örgütünün gerekliliği Batı Avrupa’da XIX. yüzyıl boyunca biçimlenmekte olan
sosyalist işçi hareketi içinde Marx’tan önce de dile getirilmekteydi. Örneğin,
Fransız lonca örgütlerinin modern işçi sınıfı sendikalarına dönüşmekte olduğu
1840’larda biçimlenen devrimci sosyalist işçi hareketinin öncülerinden biri,
Flora Tristan 1843’te kaleme aldığı İşçilerin
Birliği başlıklı kitabında uluslararası
bir işçi örgütüne olan gereksinimi vurgulamaktaydı.[4]
Ancak Enternasyonalizm’in işçi sınıfının
stratejisi ve değeri olarak Proletarya
Enternasyonalizmi versiyonunu
kuramsal düzlemde formüle edip onu I. Enternasyonal biçimiyle hayata
geçirenler, Marx ile Engels olmuştur.
KAPİTALİZMİN
KÜRESELLEŞMESİ
Marx ile Engels, düşünsel gelişimlerinin
oldukça erken bir aşamasında, 1848’de kaleme aldıkları Komünist Manifesto’da şunları yazıyorlardı:
“Sürekli
genişleyen sürüm ihtiyacını karşılamak için burjuvazi, yeryuvarlağının bütününe
el atmakta. Her yerde yerleşmesi, her yerde yapılaşması, her yerde bağlantılar
kurması gerekiyor.
Burjuvazi, dünya
pazarını sömürmek yoluyla tüm ülkelerin üretim ve tüketimini
kozmopolitleştirdi. Gericilerin çok üzülecekleri biçimde ulusal zemini
sanayinin ayağının altından çekiverdi. En eski ulusal sanayiler yok edildi ve
hâlâ her gün yok ediliyor. Her uygar ulusun bir yaşamsal sorun olarak ithal
etmesi gereken ve artık yerli hammaddeyi değil en uzak bölgelerin hammaddelerini
işleyip, mamulünün de yalnız kendi ülkesinde değil dünyanın her yerinde birden
tüketildiği yeni sanayiler, o eski ulusal sanayileri bir kenara itiyor. Yerli
imalatla karşılanan eski ihtiyaçların yerini de, en uzak ülke ve iklimlerin
ürünleriyle ancak giderilebilecek ihtiyaçlar alıyor. Eski yerel ve ulusal
kapalılık ve kendine yeterlik yerine de, ulusların her yönde hareketliliği ve
her yönde birbirine bağımlılığı geçmekte. (…)
Tüm üretim
araçlarını hızla geliştirerek ve ulaşımı, iletişimi sonsuz kolaylaştırarak
burjuvazi, en barbar ulusları da uygarlığa çekiyor. Ürettiği mallara koyduğu
ucuz fiyatlar, tüm Çin Seddini temelden yıkacak, barbarların en inatçı yabancı
düşmanlıklarını teslime zorlayacak ağır toplardır. Burjuvazi, tüm ulusları,
eğer yerle bir olmak istemiyorlarsa burjuva üretim tarzına uymaya zorluyor;
uygarlık diye kendi uygarlığını ithal etmeye, yani burjuva olmaya zorluyor
onları. Tek kelimeyle, kendi istediği gibi bir dünya yaratıyor kendine.”[5]
Marx ve Engels için işçi sınıfının
uluslararası birliğine olan gereksinimin aslî gerekçesi, bağrında geliştiği
kapitalist sistemin, ortaya çıkışı itibariyle “küresel” nitelikli oluşudur.
Sanayileşme aracılığıyla üretimin ölçeğini tarihte misli gelişmemiş ölçüde
arttıran kapitalizm, bu nedenledir ki ancak ulusal sınırları aşarak, yani (hem
hammaddeleri aldığı hem de mamulleri sattığı) pazarı uluslararasılaştırarak var
olabilir. Kapitalizm bağrında onun “mezar kazıcısı” olarak biçimlenen işçi
sınıfı ise, bu nedenle “vatansız”dır:
“Komünistlere
ayrıca vatanı, milliyeti ortadan kaldırmak isteme suçu yüklendi.
İşçilerin
vatanı yoktur. Zaten onların olmayan bir şeyin, alınması da mümkün değil.
Proletarya, önce siyasal iktidarı ele geçirmek, kendini ulusal sınıf düzeyine
getirmek, kendini ulus yapmak durumunda olduğu için, kendisi de ulusaldır hâlâ,
ama asla burjuva anlamda değil.
Halkların
ulus olarak ayrışmaları ve karşıtlıkları, daha burjuvazinin, ticaret
özgürlüğünün, dünya pazarının, sanayi üretimindeki tek biçimliliğin ve ona uyan
yaşam koşullarının gelişmesiyle zaten giderek yok olmakta.
Proletaryanın
egemenliği bunu daha da yok edecektir. Birleşik eylem, hiç değilse uygar
ülkeler arasında olmak üzere, proletaryanın kurtuluşu için en önde gelen
koşullardandır.
Bir
bireyin bir başka bireyi sömürmesi ortadan kalktığı ölçüde, bir ulusun da
ötekini sömürmesi ortadan kalkacaktır.
Ulusun
kendi içindeki sınıfların karşıtlığıyla birlikte ulusların birbirlerine karşı
düşmanca tutumları da düşer.”[6]
İşçilerin iki nedenden dolayı “vatanı
yoktur.” Öncelikle, bir burjuva mamûlatı olarak “vatan”ın oluşumunda fikirleri
alınmış değildir. Avrupa burjuvazilerinin “ulusal pazar”larını biçimlendirdiği
XVIII. yüzyıl sonlarında birbirleriyle girdikleri kapışmalarda kanlarını ortaya
koymaları istenmiştir onlardan yalnızca. Ve ulus-devletler biçimlendikten sonra
da burjuvalar, aristokratları iktidardan alaşağı etmek için bedenlerini ortaya
sürdükleri işçilere karşı aristokratlarla birleşmekte bir beis görmemişler, bir
kez konsolide ettikten sonra işçileri iktidardan uzak tutmak için ellerinden
geleni artlarına koymamışlardır.
İkinci neden ise, onları var eden
sermaye başından itibaren “uluslararası” nitelikte oluşudur. Patronlar
açısından üretimde kullandıkları işgücünün “milliyeti”nin hiç mi hiç önemi
yoktur. Tıpkı üretimde kullandığı hammaddeyi en bol biçimde ve en ucuzundan
temin etmek için yeryüzünü sömürgeleştirdiği gibi, işgücünü de en bol ve en
ucuz biçimde hangi kaynaktan sağlayabilirse oraya yönelmektedir. Örneğin, daha
XIX. yüzyıl ortalarında İngiliz patronlar, Britanya sendikalarına karşı grev
kırıcı olarak kullanmak üzere Fransa, Belçika ve Almanya’dan işçi ithal etmekte
tereddüt etmemişlerdi.[7] Bunun “yerli” işçi sınıfında yol açtığı
ilk tepki ise, kıran kırana bir rekabet ve düşmanlıktır. Marx, 1 Ocak 1870
tarihinde Birinci Enternasyonal’in “Gizli Bildirge”sinde şunları yazıyordu:
İngiltere’nin
bütün büyük sınaî merkezlerinde İrlanda proletaryası ile İngiliz proletaryası
arasında derin bir karşıtlık var. Sıradan İngiliz işçisi ücretleri ve yaşam
standardını aşağıya çeken bir rakip olarak İrlandalı işçiden nefret eder. Ona
karşı ulusal ve dinsel bir antipati besler. Onu, Kuzey Amerika’nın güney
eyaletlerinin beyaz yoksullarının siyahî köleleri gördüğü gözle görür.
İngiltere proleterleri arasındaki bu karşıtlık, burjuvazi tarafından yapay
biçimde beslenip sürdürülmektedir. Bu bölünmenin iktidarını sürdürmenin gerçek
sırrı olduğunu bilir.”[8]
Ancak, Avrupa proletaryasının her zaman
dar bir şovenizm saikiyle hareket ettiği söylenemez. I. Enternasyonal’in
kuruluşunu esinleyen, İngiltere proletaryasının ABD’nde köleliğin ilgasına
verdiği aktif destek olmuştur.
ABD İç Savaşı, Britanya dokuma sanayini
apansız ve derin bir hammadde sıkıntısıyla karşı karşıya bırakacaktı. O dönemde
Britanya ham pamuk ihtiyacının yüzde 80’ini Güney Amerika eyaletlerindeki pamuk
tarımcılığından karşılamaktaydı ve Kuzey’in ablukası, pamuğun İngiltere’ye
sevkiyatını tümüyle durdurmuştu. Böylelikle tekstil merkezi Lancashire’da
çalışan işçi sayısı 1861 Kasım’ında 533 950’den, Kasım 1862’de 203 200’e düşmüştü.
İngiliz dokuma işçileri, büyüyen işsizliğe karşın, 1862 ve 1863’te birbiri ardı
sıra düzenledikleri miting ve gösterilerle Britanya hükümetinin köleci Güney’e
verdiği aktif desteği protesto ettiler. Londra Sendikalar Konseyi’ne bağlı
vasıflı işçilerin, Britanya hükümetinin köleci Güney lehine Kuzey Amerika’ya
askerî müdahale hazırlıklarının boşa çıkmasında çokça payı olan Mart 1863’teki
mitingine bizzat Marx da katılmıştı.
Britanya işçi sınıfı, böylelikle
Amerika’daki siyahî kölelerin yanında saf tutmuştu. Şu hâlde, “Birinci
Enternasyonal, salt ulusal bir krizden değil, tarihsel bir enternasyonal işçi
dayanışması ediminden ortaya çıkmıştır.”[9]
Bu durumda görülüyor ki işçi sınıfının
enternasyonal birliği çağrısı, yalnızca farklı ülkelerin proleterlerin birbirlerinin
mücadelesini destekleme çağrısından ibaret değil; aynı zamanda burjuvazilerin
aynı ülke içerisindeki ya da farklı ülkelerin işçilerini birbirine karşı
kullanma girişimlerine karşı duruştu. Karl Marx, kapitalist sistem küresel
ölçekte genişlerken işçi sınıfının ulusal sınırlar dâhiline hapsedilemeyeceğini
sık sık vurgulamıştır. [10]
Ancak Marx ve Engels’e göre
“enternasyonal” karakteri, işçi sınıflarının “ulusal” düzlemde hareket etmesini
engellememelidir. Manifesto’larında
“her ülkenin proletaryası(nın) önce kendi burjuvazisiyle hesaplaşmak durumunda”
oluşundan bahisle, burjuvaziye karşı mücadelenin karakterinin ilk elde “ulusal”
olduğunu vurgularlar. Proleter devrimi, yani sosyalist devrim, ilk elde “ulusal
sınırlar dâhilinde” gerçekleşebilecek bir kazanımdır. Her ülkenin proletaryası,
öncelikle kendi ülkesinde siyasal iktidarı ele geçirmek, kendini ulusal sınıf
düzeyine getirmek, kendini ulus kılmak durumunda olduğu için, burjuva anlamında
olmamakla birlikte, “ulusal”dır. Ne ki bu ulusallık, sonunda proletaryayı
“insanlık”la bitiştirecek bir enternasyonalizm içerisinde erimeye mahkûmdur;
çünkü, “proleterlerin, zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yok,
kazanacakları ise bir dünya var”dır[11]…
Marx ile Engels’in proletarya
enternasyonalizmi Manşfesto’nun o
evrensel çağrısında bedenlenir: Bütün ülkelerin proleterleri, birleşin!
MÜCADELELERİ
ORTAKLAŞTIRMA GEREKSİNİMİ
Marx ve Engels zaman zaman sanayileşmiş
Avrupa’yı düşüncelerinin merkezine yerleştirmekle, onu “uygarlığın en ileri
aşaması” saymakla, “uygarlaştırıcı misyonu”na alkış tutmakla, sosyalizme
geçişin yalnızca sanayileşmiş Avrupalı uluslar (ve ABD) için mümkün olduğunu
düşünmekle, kısacası “Avrupa-merkezci” olmakla eleştirilmişlerdir.
Oysa Marx ile Engels’in yazılarında bu
görüşü çürütecek çok sayıda ipucu bulunmaktadır.
Yukarıda da belirttiğim gibi Marx ile
Engels için kapitalist sistem her şeyden önce kapitalist metropolün geniş bir
sömürge dünyasına hükmettiği, bu “azgelişmiş” dünyayı kapitalist pazar
ilişkileri içine çektiği küresel bir sistemdir. Bu, yalnızca sanayi işçilerinin
değil, aynı zamanda saçaklarda yaşayan geniş tarımcı toplulukların da
kapitalist ilişkiler içerisine çekilmesi anlamına gelmektedir. Marx ile Engels
bunun “yerli” halklar açısından ne denli acı verici bir süreç olduğunun artan
ölçüde bilincindedirler. Dahası Marx, metropolün sömürgeler üzerindeki
sömürüsünün yoksul ulusların metropole yapısal bağımlılığına yol açtığını da
vurgulamkatadır. 1881’de Vera Zasulich’e yazdığı bir mektupta, Hindistan
hakkında şöyle der, örneğin: “Komünal toprak mülkiyetinin ilgası, yerli halkı
ileri değil geri götüren bir Britanya vandallığından başka bir şey değildir.”[12] Bir başka
deyişle Marx, Britanya’nın Hindistan’daki “uygarlaştırıcı misyonu”nu selamlamak
bir yana, onun Hintli nüfus üzerindeki sömürüyü katmerlendiren ve Hint
altkıtasının bağımlılığını kronikleştiren bir gelişme olduğunu vurgulamaktaydı.
Bu durumda, sömürge halkların sömürgeci
metropole karşı başkaldırısını desteklemek, Marx ve Engels için proletarya
enternasyonalizminin vazgeçilmez bir bileşeniydi. Engels, Çin’de 1856’da patlak
veren Afyon Savaşı’nı “olanca önyargısına, budalalığına, öğrenilmiş cehaletine
ve mektepli barbarlığına karşın, Çin ulusallığını savunmaya yönelik bir halk
savaşı” olarak niteliyor; Cezayir’de Fransa’ya karşı ulusal direnişi yöneten
Abdül Kadir’in cesaretini selamlıyordu.[13] Ve Marx’a göre,
“siyah tenli emek damgalandığı sürece beyaz tenli emek özgür olamaz”dı.[14]
Şu hâlde, Lenin’de olgunlaşacak
olan “antiemperyalizm” fikrinin kökenini Marx ile Engels’e dek sürmek,
mümkündür. Michael Löwy, başlangıçta ulusalcılık-karşıtı, kozmopolit bir
enternasyonalizm kavrayışına sahip olan Marx ile Engels’in, 1850’lerden
itibaren çok farklı bir yöneliş benimsediklerini kaydetmektedir:
“Marx böylelikle
Lenin’in ulusların kendi kaderini tayin hakkı kuramına temel oluşturacak iki
kavramı formüle etmişti: i) Başka bir ulusa tahakküm eden bir ulus özgür olamaz
(Engels bir halkın bir başkasını yönetmesini ‘talihsizlik’ olarak niteliyordu);
ii) Ezilen ulusun kurtuluşu hâkim ulus içerisindeki sosyalist devrim için
önkoşuldur.”[15]
İkinci saptamayı bizzat Marx’ın İrlanda
bağlamında söylediklerinden teyit etmek, mümkündür. Engels’e yazdığı 10 Aralık
1869 tarihli mektupta şöyle demektedir: “Uzun bir süre, İngiliz işçi sınıfının
yükselmesiyle İrlanda rejimini yıkmanın mümkün olduğunu düşünmüştüm. (…) Daha
derinlemesine bir araştırma sonucu, artık tersine ikna oldum. İrlanda’dan
kurtulmadıkça İngiltere işçi sınıfı hiçbir şey yapamayacak. Kaldıraç İrlanda’da
kullanılmalı. İrlanda sorununun genelde toplumsal hareket için bu denli önemli
olmasının nedeni bu”[16]
Bir başka deyişle İrlanda’nın kendi
kaderini tayin hakkını desteklemek, yani ezilen ulus milliyetçiliğinin yanında
yer almak, Britanya işçi hareketinin de özgürleşmesinin önünü açacaktır.
İngiliz işçilerine düşen, açlık, yoksulluk ve işsizlik sonucu İngiltere’nin
sınaî kentlerine akın edip İngiliz patronlarına bol ve ucuz işgücü sunarak
kendi ücretlerinde düşmeye ve işsizliğe yol açan İrlandalı işçilere karşı, egemen
sınıf tarafından körüklenen ırksal ve dinsel nefrete teslim olmak değil,
İrlanda’nın bağımsızlığı mücadelesine destek vermektir…
Öte yandan Marx, uluslararası bir işçi
hareketinin ancak bağımsız uluslarda olanaklı olduğunu öne sürmektedir.
“Bu
nedenledir ki, Polonya paylaşılmış be boyunduruk altında olduğu sürece, ne
ülkede güçlü bir sosyalist parti gelişebilir, ne de Almanya’daki proleter
partiler arasında, mülteci Polonyalılar
dışında gerçek uluslararası bir ilişki kurulabilir. (…) Kendi ülkelerinin kurtuluşunu
programlarının başına yerleştirmeyen Polonyalı sosyalistler, bu nedenle bana
öncelikle sosyalist(leri baskı altına alan -b.n.) yasanın ilgasını, basın,
örgütlenme ve toplanma özgürlüğü talep etmeyen Alman sosyalistleri anımsatıyor.
Kişinin mücadele edebilmek için öncelikle üzerinde durabileceği toprağa, ışık
ve mekâna ihtiyacı vardır. (…) Şu hâlde Avrupa’da enternasyonalist olmadan önce
ulusalcı olmaya yalnızca hakkı değil, görevi olan iki ulus olduğunu
düşünüyorum: İrlandalılar ve Polonyalılar. Onlar ne kadar ulusalcı olurlarsa o
kadar enternasyonalist olurlar.”[17]
Yani Marx için ulusal
kurtuluş/bağımsızlık sınıf mücadelesinin üzerinde yükselebileceği zemini
oluşturmaktaydı…
LENİN,
EMPERYALİZM, ENTERNASYONALİZM, UKTH
Marx ile Engels’de tohum hâlinde
bulunan, gerçek bir proletarya enternasyonalizminin, sanayileşmiş ülkelerdeki
işçi sınıflarının ezilen ulusların bağımsızlık mücadelesini desteklemesini
gerektirdiği fikri, Lenin’de olgun biçimine kavuşmuştur.
Marx’ın öldüğü 1880’lerden itibaren I.
Dünya Savaşı başlarına dek Avrupa emperyalizmi dünyanın geri kalanı üzerindeki
tahakkümünü sabitleyecekti: Afrika ve Pasifik adalarının doğrudan denetimi,
Asya ve Yakın Doğu’nun büyük bölümünün iktisaden denetim altına alınması, vb.
Avrupa emperyalizmini Marksist açıdan inceleyen kişi ise, Lenin olmuştur.
Lenin “emperyalizm” kavramını,
alışılageldik tanımından (geniş toprakların zor yoluyla tahakküm altına
alınması ve nüfus ve kaynaklarının ekonomik sömürüsü) farklı kullanmaktaydı:
“finans kapitalin yönetimi”; kapitalizmin en yüksek evresi: sermaye
sahipliğinin (rantiye) sermayenin üretken uygulanmasından (işletmecilik)
ayrılmasının vardığı uç nokta. Finans kapitalin tüm diğer sermaye biçimleri
üzerindeki egemenliği, rantiye ve mali oligarşinin egemenliği, malî açıdan
güçlü bir avuç devletin diğerlerinden ayrışarak kristalizasyonu anlamına gelir.
Lenin tekelci kapitalizm, yani sermayenin hızlı bir biçimde bir avuç tekelin
elinde yoğunlaşmanın tarihsel kökenlerini araştırır ve bunların önce kendi
ülkelerinin pazarlarını, ardından da sermaye ihracı ve uluslararası karteller
aracılığıyla dünya pazarını kendi aralarında bölüştükleri sonucuna varır.
Dolayısıyla emperyalizm, kapitalizmin tekelci evresidir. Ve bu evre
kolonyalizmi karakterize eden, herhangi bir kapitalist güç tarafından işgal
edilmeyen teritoryalara dek herhangi bir engelle karşılaşmaksızın uzanan bir
sömürge politikasından, dünyanın tamamen paylaşılmış teritoryalarının tekelci
temellükü yönündeki sömürge politikasına geçişle karakterize olur. Bir başka
deyişle emperyalizm evresinde dünyanın büyük kapitalist devletler arasındaki
paylaşımı tamamlanmıştır.[18]
Bu nedenle Lenin için devrimci
proletaryanın stratejisi, ikilidir: Devrim mücadelesini tek bir ülkeyle
sınırlandırmayıp uluslararası sermayeye karşı uluslararasılaştırmak. Şöyle
demektedir:
“Bolşevikler
olarak devrime başladığımızda aynı zamanda şunu bilerek hareket etmiştik:
Devrim ancak kendimizi Rusya’yla sınırlamayıp, başka ülkelerle el ele vererek
uluslararası sermayeyi dize getirdiğimiz zaman başarıyla sonlandırılabilir ve
kesin olarak muzaffer bir sonuca ulaşabilir. Çünkü rus sermayesini hiçbir
şartta uluslararası sermayeden ayrı olarak düşünemeyiz. Bizim devrimimizin
kaderi dünya devriminin gerçekleşme ihtimaline bağlıdır…”[19]
İkinci yön ise, sömürgelerdeki
bağımsızlık mücadelesi ile sanayileşmiş/metropol uluslardaki işçi sınıfı
mücadelesi arasındaki dayanışmanın, sosyalizm için yapısal bir zorunluluk
olduğu görüşüdür. Lenin uluslararası sosyalist hareket içinde ulusal soruna
ilişkin tartışmaları Marx’a dayanarak formüle ederken, ezilen ulusların kendi
kaderini tayin hakkını desteklemenin, devrimci sosyalistler için aslî bir görev
olduğunu belirtmiştir. Onun için ezilenlerin kendi kaderini tayin hakkı için
verdikleri mücadeleyi desteklemek, işçi sınıfının uluslararası birliğini
sağlamanın koşuludur.
Callinicos, Lenin’in yaklaşımında şu
anahtar unsurları saptar:
1)
Emperyalist milliyetçiliğe karşı duruş: Ezen ve ezilen ulusları ayırt etmek,
Lenin için aslî önemdedir. Emperyalist ülkelerin işçileri ancak kendi egemen
sınıfları tarafından ezilen ulusların mücadeleleriyle özdeşleşmeleri durumunda
şövenizmden sıyrılabileceklerdir. Böylelikle, Çarlık “uluslar hapishanesi”nde,
başat Büyük Rusya ulusu mensubu işçilerin, örneğin Polonya’nın ulusal bağımsızlığını
desteklemek, aslî bir görevdi ve Callinicos’un işaret ettiği gibi bu, Polonya
milliyetçiliğini, ya da milliyetçiliğin herhangi bir türünü sahiplenmek
anlamına gelmemekteydi.
2) Emperyalizme
karşı ezilen uluslardan yana olmak. Lenin, ezilen ulusların mücadelesinin
Marx’ın arızî olarak belirttiği gibi yalnızca ezen devleti değil, emperyalist
sistemin bütününü zaafa uğratacağını düşünmektedir. 1916 Paskalya ayaklanmasını
bir küçük burjuva ulusalcılarının darbesi olarak küçümseyen bazı Bolşeviklere karşı
şunları yazar:
“Toplumsal devrimin sömürgelerde ve
Avrupa’da küçük ulusların ayaklanmaları, sömürgelerde devrimci patlamalar,
bütün önyargılarıyla küçük burjuvazinin bir kesiminin devrimci patlamaları,
siyasal bilinçten yoksun proleter ve yarı-proleter kitlelerin toprak
sahiplerinin, kilisenin ve monarşinin tahakkümüne karşı, ulusal tahakküme karşı
vb. hareketi olmaksızın mümkün olabileceğini tahayyül etmek - tüm bunları
düşünmek toplumsal devrimi inkâr etmektir. Bir ordunun bir safa dizilip “biz
sosyalizmden yanayız,” bir diğerinin de başka bir safta “biz emperyalizmden
yanayız” diyeceği bir sosyal devrim!... Kim böyle ‘saf’ bir sosyal devrim
bekliyorsa, böyle bir şeyi asla göremeyecek.”[20]
Yani Lenin emperyalizmin krizinin
sermaye ile emek arasındaki “saf” çelişkiden fazla bir şeyler içereceğinin
farkındaydı. Başka toplumsal güçler de -ezilen uluslar, emperyalist tahakkümden
mağdur olan başka sınıflar…- mevcut düzene karşı ayaklanmaya katılacaktı.
Onların mücadelesi, işçi sınıfının sisteme karşı yürüttüğü mücadeleye
katılmalıydı.
3) Milliyetçiliğin
sınırları. Lenin komünist işçilerle ulusal kurtuluş hareketleri arasındaki
ittifakı önemsemekle birlikte, iki hareketin sınıf temellerinin farklı
olduğunu, dolayısıyla da kaynaşmamaları gerektiğini savunmaktaydı. Böylelikle,
örneğin Taslak Tezler’de şöyle
yazıyordu:
“(…)
Komünist Enternasyonal sömürge ve geri ülkelerde burjuva demokrasisiyle geçici
ittifaklara girişmeli ancak onunla kaynaşmamalı ve her durumda, proleter
hareketin bağımsızlığını embryonik biçimiyle de olsa korumalıdır.
Bunlar
farklı sınıfların ideolojileridir. Milliyetçilik, savunucularının tümü ya da
çoğu kapitalistler olduğu anlamında değil, daima yükselen bir kapitalist
sınıfın çıkarlarını eklemlediği için bir burjuva ideolojisidir. Emperyalist
tahakküm, ezilen ülkelerde yerli kapitalizmin gelişmesini engelleme
eğilimindedir. Ulusalcı hareketin itimi tipik olarak orta sınıf aydınlardan
gelir.
Bu
durum devrimci ulusalcılığın sınıf karakterini yansıtmaktadır: yeni bir
kapitalist devlet biçimlendirmeyi hedeflediğinden, nihayetinde, kapitalist
devletler sistemiyle ve o sistem içerisindeki başat güçlerle uzlaşmak
durumundadır.”
Dolayısıyla
Lenin, bir yandan devrimci proletarya partilerinin ulusal kurtuluş
hareketleriyle dayanışmasının (bu hareketlerin emperyalist sistemi zaafa
uğratma potansiyellerini tanıdığı için) önemini vurgularken, bir yandan da
ulusal hareketlerin nihaî olarak emperyalist sistemle bütünleşme eğilimlerine
dikkati çekerek, deyim yerindeyse komünistleri ulusal hareketlere “topyekûn bir
angajmana girmeme” konusunda uyarmaktaydı.[21]
ENTERNASYONAL’LERİN
SERÜVENİ
Enternasyonalizm fikri, işçi sınıfı
örgütlerinin 1864’den 1943’e oluşturdukları üç Enternasyonal’de vücut
bulacaktı.[22] Bu
Enternasyonal’ler dünyadaki, işçi sınıfı ve onun mücadelesinin öncü rolünü
kabul eden parti ve sendikaların oluşturduğu, bu örgütler arasında fikir
alışverişini, eşgüdümü, ortak eylemi, dayanışmayı kurumsallaştırmayı hedefleyen
uluslararası örgütlerdir.
1864-1876 yılları arasında faaliyet
gösteren Birinci Enternasyonal’in
(Uluslararası İşçi Birliği) oluşumunda Karl Marx aktif bir rol üstlenmişti.
Birinci Enternasyonal’de Britanyalı sendikalar, Fransız radikaller, İtalyan
Cumhuriyetçiler ve Rus anarşistler yer almaktaydı. Birinci Enternasyonal,
Marx’ın önderliğinde, Avrupa ve Amerika’da işçi hareketinin gelişim çerçevesini
biçimlendirmede ve uluslararası işçi dayanışması, sendikal hareket, grev,
siyasal eylem üzerine bir dizi karar almada etkili olmuştur. Yanısıra, Birinci
Enternasyonal, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin ilgası ve sürekli orduların
dağıtılması gibi bir dizi uygulamanın sosyalizme geçiş için aslî olduğunu tesis
etmiştir.
Ne ki, Paris Komünü’nün çöküşünden sonra,
kapitalizm dünya ölçeğinde yükselişe geçecektir. Kapitalizmin işçi örgütleri
üzerindeki baskısı, iç tartışma ve bölünmeleri yoğunlaştırmaktadır. Bakunin
çevresinde toplanan Anarşistler ile Marksistler arasındaki tartışmalar
yoğunlaşır, anarşistler ihraç edilir ve Anarşist Enternasyonal’i kurarlar
(1872). Bu koşullar altında örgütün merkezi önce New York’a taşınmış, ardından
da Marx ve Engels, Enternasyonal’i lağvetme kararını almışlardır (1876).
İlk Enternasyonal’in deneyimi ve
Almanya, Fransa, İtalya ve diğer Avrupa ülkelerinde Marksizm’den esinlenen işçi
örgütlerinin hızla yayılması, Engels’i İkinci
Enternasyonal’in (Sosyalist Enternasyonal) oluşturulmasında önayak olmaya
yöneltti (1889). Sosyalist Enternasyonal, devrimci kuram ve pratiğin
biçimlenişinde önemli bir rol oynamakla birlikte, dünya kapitalizminin
kapitalist metropol ülkeleri kaçınılmaz bir paylaşım savaşına yönelttiği bir
arkaplana dayanmaktaydı:
“(…)
Sosyal demokrasinin üst katmanları kapitalizmin baskısı altına girdi. Sosyal
Demokrat partilerin ve kitlesel sendika örgütlerinin liderleri yönetici
sınıfların alışkanlık ve yaşam tarzlarıyla kirlenmişti. Egemen sınıfla uzlaşma
ve müzakere ikinci tabiatları hâline geldi. Farklılıkların uzlaşı aracılığıyla
müzakere edilmesini alışanlık hâline getirdiler. Kitle örgütlerinin baskısı
altında yaşam standartlarındaki istikrarlı yükselmenin sonsuza dek süreceğine
inanıyorlardı. Liderler varoluş koşulları açısından kitlelerin bir basamak
üzerine çıkmışlardı. Bu durum parlamenterlerin ve sendikaların üst katmanlarını
etkiliyordu. ‘Koşullar bilinci belirler’ ve 1870 Komünü’nü izleyen barışçıl
gelişme onyılları kitle örgütlerinin önderliğinin karakterini değiştirmişti.
Sözde sosyalizm ve proletarya diktatörlüğünü destekler, enternasyonalizme sahip
çıkarken fiiliyatta ulus devletlerini destekliyorlardı.”[23]
Lenin,
Troçki, Rosa Luxemburg gibi Marksistler İkinci Enternasyonal’deki bu şoven
eğilimlere karşı şiddetli bir mücadele yürütmüş, ne ki, Sosyal Demokrat
partilerin Birinci Paylaşım Savaşı’nda kendi burjuvazilerini destekleme
kararlılığı karşısında İkinci Enternasyonal’den koparak Üçüncü (Komünist)
Enternasyonal’i (Komintern) kurmuşlardır (1919). Bu, aynı zamanda dünyada
sosyal-demokrat/sosyalist partilerle komünist partiler arasındaki kopuş
momentidir.
Lenin,
Troçki, Rosa Luxemburg, Liebknecht, McLean, Connolly gibi Marksistler, İkinci
Enternasyonal’den koptuktan sonra, kendilerini sosyal-şoven liderlerden ayırt
edecek ilkeleri netleştirmeye giriştiler: Savaşin sorumlusunun emperyalizm
olduğu; ulusların kendi kaderini tayin hakkının ilkeselliği; iktidarı ele
geçirmenin zorunluluğu… Lenin, Birinci Dünya Savaşı’nın “tüm savaşları
bitirecek savaş” olduğu savını emek patronlarının peri masalı olarak niteliyor
ve ardından bir dizi başarılı sosyalist devrimin gerçekleşmemesi durumunda,
insanlık yok olana dek ikinci, üçüncü… onuncu dünya savaşının kaçınılmazlığını
vurguluyordu.[24]
Bu
ilkeler, 1917 Sovyet devriminde hayat buldu. İlk sosyalist devletin çevresini
sarmalayan kapitalist-emperyalist okyanusa karşı savunulması, devrimin büyük
devletlerin manevralarıyla boğulmasını engellemek için onu Avrupa ülkelerine
yayılması böylelikle acil bir görev hâline gelmişti. Bir yandan bu zorunluluk,
bir yandan da Sosyalist Enternasyonal’in deneyimleri, Komintern’in çok daha
merkezî bir çerçevede örgütlenmesine yol açmıştı.[25]
Ne ki
Bolşevik Devrimin Batı Avrupa ülkelerinin işçi sınıflarında yol açtığı
radikalleşmeye karşı, devrim Sovyetler Birliği sınırları dışında yayılamadı.
Bu, Lenin’den sonra iktidara gelen Stalin’in, Sovyet devrimini Avrupa’ya yayma
stratejisinden vaz geçerek “Tek ülkede sosyalizm” stratejisine, bir başka
deyişle tüm çabanın “Sosyalist Anavatan”ın savunulmasına yöneltmesine yol
açacaktı. Komintern, böylelikle, merkezî yapısının da etkisiyle temel hedefi
Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin direktiflerini uygulayan bir aygıta
dönüşerek etkisizleşti… Komintern 15 Mayıs 1943’de Stalin tarafından
feshedilecekti.
Enternasyonal’lerin
son bulması, işçi sınıfının uluslararası dayanışma girişimlerinin sonunu
getirmemişti. SSCB’nin çeşitli ülkelerde sosyalizmi kurma çabaları ve ulusal
kurtuluş hareketlerine desteği, ülke dağılana dek sürecekti: Rand
Corporation’un 1985 tarihli bir analizine göre,[26]
1980’lerde SSCB toplam ekonomisinin yüzde 7 kadarını, özellikle Doğu Avrupa
ülkeleri, Küba, Vietnam ve Afganistan’a yönelenticarî sübvansiyonlar, doğrudan
iktisadî ve askerî yardım, ihracat kredileri biçimindeki uluslararası desteğe
ayırmaktaydı. Sovyet işçileri, Vietnam savaşı boyunca, Vietnam’a destek için
günde 1 saat fazladan çalışmayı kabul etmişti örneğin…
Türkiye
işçi sınıfı tarihi araştırmacıları, sınıfın tarihinde ne yazık ki enternasyonalizmin
pek az örneğine rastlamaktadır. Türkiyeli işçiler, - belki dinsel inançların
saflarındaki ideolojik ağırlığı, belki de kendini emperyalizmin mağduru olarak
göstermeye meraklı Kemalist söylemin saflarındaki etkisi nedeniyle izole bir
varoluşu yeğlemiş gözükmektedir.[27]
Dayanışma grevleri, savaş karşıtlığı ve bu coğrafya için en yakıcı sorunlardan
biri olan Kürt ulusal hareketini destekleme girişimleri Türkiye işçi sınıfı
mücadelelerinde pek rastlanan tutumlar değildir.
KÜRESELLEŞME
VE ANTİKAPİTALİST MÜCADELE
Sovyetler Birliği’nin dağılması ve
sosyalist dalganın yenilgisi, kapitalist sistemin önündeki
sınırlandırıcı/dengeleyici engellerin yıkılması anlamına gelmiştir. Kapitalist
sistem, yeryüzünün doğal ve insanî tüm kaynakları bundan böyle engel tanımaz
bir saldırıya girişir. Kapitalizmin, 1980’li yıllardan itibaren içine girdiği
yeni yönelişin adı, “neo-liberalizm”dir; ve bir yandan sermayenin yeryüzü
ölçeğindeki hareketliliğinin önündeki her türlü engelin ortadan kalkması, bir
yandan da emeğin mücadelesiyle kazanılmış bütün hakların tasfiye edilerek
“kamusal/sosyal”in kapitalist sistem tarafından temellük edilmesi mantığına
dayanır. Böylelikle bir yandan kâra tahvil edilebilme olanağı olan tüm
“kamusal” hizmet, mal ve alanlar (sağlık, eğitim, ulaşım, su, gaz, elektrik,
toplu taşımacılık, sosyal güvenlik, hatta ordular, parklar, bahçeler gibi
kentsel alanlar…) “özelleştirilerek” sermayeye transfer edilir, bir yandan da
emek sektörü “deregülarizasyon” adı altında taşeronlaştırılır, güvencesizleştirilir,
yarı-zamanlılaştırılır, örgütsüzleştirilir… Böylelikle geçmiş mücadelelerinin
bütün kazanımlarından soyulur.
Neo-liberal küreselleşmenin ileri sanayi
ülkeleri açısından bir anlamı, sermayenin yeryüzünde emeği, hammaddeyi ve
işleme süreçlerini en bol, en kısıtsız bulabileceği, en ucuza mal edebileceği
bucaklarına doğru engelsiz ve hızlı devinebilme yetisine kavuşmasıydı.
Böylelikle Kuzey ülkelerindeki “paslı kuşak” olarak adlandırılan “ağır sanayi”
yatırımları yoksul Güney ülkelerine doğru kaydırılırken işçi sınıfı da o güne
dek hiç olmadığı ölçüde küreselleşecekti.
Böylece günümüzde uluslararası markalar
Güneydoğu Asya’nın, Afrika boynuzunun, Latin Amerika’nın yoksul ülkelerindeki
“ter atölyelerinde” günde 13-14 saat boğaz tokluğuna çalıştırılan kadınlar,
çocuklar tarafından üretilmekte, merkezi New York’ta olan şirketlerin 7/24
halkla ilişkiler servisinde, Hindistan’da üstlenen Barbadoslular
çalıştırılmaktadır.
Bu durum emeğin yeryüzü ölçeğinde
ucuzlamasına ve güvencesizleşmesine neden olmuştur. Sosyalizmin güçlü ve
prestijli olduğu dönemlerde pek çok ülkede sendikaların patronlara ve
yönetimlere dayatabildiği “8 saatlik işgünü”, “öğle yemeği”, “servis”, “sağlık
taraması” gibi haklar çoktan anlamsızlaşmış, geçerliğini yitirmiştir. Bugün
bütün dünya işçileri, başka ülkelerin emekçileriyle tehdit edilmektedir;
Almanya’da Alman işçisi mücadeleci davrandığında Türk işçisiyle terbiye
edilmekte, o olmadığında Iraklı-Suriyeli-Afgan kaçak göçmenler ücretleri ve
çalışma koşullarını daha da aşağıya çekecek unsurlar olarak yedekte tutulmakta,
ya da yatırımcı Çokuluslu Şirket, sınıf mücadelesinin yükseldiği, vergilerin
arttığı ülkeden tası tarağı toplayıp, bol miktarda boğaz tokluğuna
çalıştıracağı işçi bulacağı başka coğrafyalara göçmektedir.
Benzer bir durumu, Türk işçilerin
Kürtlerle terbiye edildiği, onlar kendilerine dayatılan koşullara itiraz
ettiğinde ise Suriyeli mültecilerin sırada beklediği kıran kırana bir rekabetle
Türkiye’de yaşamıyor muyuz? Örneğin Tuzla Deri Sanayii’nde büyük ölçüde Kürt
işçilerin istihdam edildiği işletmeler…
“Genel
ücret asgari ücret 739 liranın biraz üzeri. Ancak asgari ücretin altında
ücretle işçi çalıştıran fabrikalar da var. Çalışma süreleri günlük 9 saat.
Cumartesi de çalışma günü. Çoğu fabrikada zorunlu fazla mesai yaptırılıyor ve
işçiler 12 saate kadar çalıştırılıyor. Sigorta primleri ise alınan ücret
üzerinden değil asgari ücret üzerinden ödeniyor.
Ücretlerin
düşük olduğu fabrikalarda, çalışma koşulları da ağır. Birçok fabrikada tuvalete
gitmek yasak. Çay molaları 10 dakika, yemek molaları ise yarım saatle sınırlı.
İşe gelinmeyen bir gün için işçilerin 3 günlük yevmiyesi kesiliyor. Üretimde
hata yapılması hâlinde bu işçilerin ücretinden kesiliyor. Kamera sistemiyle
işçiler gün boyu izleniyor. Özellikle metal iş kolunda iş kazaları çok
yaşanıyor. Parmaklarını makineye kapatan işçiler, hiçbir tazminat ödenmeden
işten atılıyor. Tekstil iş kolunda ise iş adeti usta tarafından belirleniyor.
Gün içinde bu sayıyı tutturamayan işçiler ücretsiz fazla mesaiye kalarak rakamı
tamamlamak zorunda bırakılıyor. Özellikle boya, kimya, tekstil, plastik gibi
işkollarında meslek hastalıkları fazlaca görünüyor. Verem, solunum yolu
hastalıkları, kıl dönmesi ve bel fıtığı sık görülen rahatsızlıklar arasında.
Patron ve ustabaşlarının küfür ve hakaretleri olağanlaşmış. ‘Bizim fabrika
cennet gibi’ diyen bir işçi şunları anlatıyor: ‘Asgari ücret alıyoruz. Çalışma
saatleri de uzun ama bizim fabrikada küfür yok. Bir de ücretler zamanında
ödenir’…”[28]
Tuzla’daki işletmelerin (ve daha pek çok
yerdeki) patronlarının yaptığı açıktır: on yıldan uzun süren düşük yoğunluklu
savaşın sonucunda siyasal ya da ekonomik gerekçelerle topraklarını, yurtlarını
terk ederek Batı’ya sığınan Kürt işçilerin açmazlarından yararlanarak ücretleri
ve diğer üretim giderlerini mümkün olabildiğince aşağıya çekmek… Bu, bir taşla
iki kuş vurmaktır: bir yanda emek alabildiğine ucuzlayacak, bir yandan da
emekçiler aynı sistem tarafından iliklerine dek sömürüldüklerinin bilincine
varmadan birbirlerine düşecekler, öfkelerini birbirlerinden çıkartacaklar,
böylelikle sınıf mücadelesinde birleşmelerinin önü alınacaktır…
Bunun yanı sıra, artık emekçiler
mücadeleye kalkıştıklarında karşılarında “yerli” bir firmayı değil,
uluslararası tahkim aracılığıyla kâr garantisi sağlamış bir Çokuluslu şirketi
bulmaktadırlar. Bugün Türkiye’deki ekonomik faaliyetlerin yarıya yakını, toplam
159 Çokuluslu şirket tarafından gerçekleştirilmektedir. (Örneğin Çokuluslu
şirketlerin katma değerdeki payı 1995 yılında yüzde 20.8’den, 2009’da yüzde
40.3’e, ihracattaki payı ise yüzde 29.1’den yüzde 49.1’e çıkmıştır…)[29] “Yerli” sermaye
yabancı sermayeyle bütünleştikçe, taşeronlaşma artıyor, işten çıkarmalar
yoğunlaşıyor, çalışma koşulları kötüleşiyor. (Taşeronlaştırılan Tekel
işçilerinin karşılarında Çokuluslu Tütün Şirketi BAT’ı buldukları
unutulmamalı…)
Şu hâlde, günümüzde neo-liberal
kapitalizm, şirketler arasında uluslararası “evliliklerle” giderek tekelleşen
ÇUŞ’larda vücut bulan küresel bir sistem oluşturmaktadır. Bu sistem, Dünya
Bankası, Uluslararası Para Fonu, Uluslararası Tahkim, G-20 gibi uluslararası
karar alma aygı ve platformları tarafından koordine ve sevk edilir. Ve bu
sistem, yeryüzü zenginliklerinin bir avuç hiper-zenginin elinde toplanırken
milyarlarca insanın açlık sınırında yaşaması anlamına gelmektedir.
Bugün Microsoft patronu Bill Gates’in
kişisel serveti, örneğin, 82 milyar doları bulmaktadır.[30] “Dünyanın en
zengin adamı” olma konusunda onunla yarışan Meksikalı Carlos Slim ise 79.6
milyar dolara hükmetmektedir.[31]
Bu tahayyül-ötesi servetler, pek çok
yoksul ülkenin gayrısafi hasılasından fazladır: Dominik Cumhuriyeti: 50 milyar
874 milyon dolar; Guatemala: 40 milyar 773 milyon dolar; Etiyopya: 30 milyar
941 milyon dolar; Tanzanya: 22 milyar 434 milyon dolar; Senegal: 12 milyar 657
milyon dolar; Eritre 2 milyar 254 milyon dolar…[32]
Yanısıra, dünyada 2 milyar 800 milyon
insan günde 2 dolarla yoksulluğun, 1 milyar 200 milyon insan ise 1 dolarla
açlığın pençesinde yaşıyor… Bunun somut sonucu, her gün 34 bin çocuk ile 15 bin
yetişkinin açlıktan ölmesidir…
Şu hâlde günümüzde emekçilerin ilk defa
tüm “ulusal” niteliklerinden soyunup uluslararasılaştığı söylenebilir. Bir avuç
Çokuluslu Şirket dünyanın doğal kaynakları ve işgücü üzerinde çelik pençesiyle
hükümranlık kurmuştur.
Buna karşılık, emekçiler, mücadelelerini
eşgüdümleyebilecekleri, onca gereksinim duydukları uluslararası koordinasyon
mercilerinden yoksun olmanın yanı sıra, ulus, etnisite, kültür, din, mezhep,
cinsiyet, yaş, taşeronluk-kadroluluk, sektör, örgütlülük… vb. temelinde
parçalanmış durumdadır. Bu parçalanma, artık küresel bir gövde oluşturan işçi
sınıfının birlikte davranabilmesini engelliyor. Bu ise, yeryüzünün çeşitli
bölgelerinde sık sık tanık olduğumuz/yaşadığımız antikapitalist patlamaların
sonuçsuz kalmasına, giderek manipüle edilmesine (Arap Baharı, Turuncu Devrim
vb.) yol açıyor.
Dünya nüfusunun büyük bölümünün bir avuç
çokuluslu şirketin tahakküm ve sömürüsü altında ölüm-kalım sınırında sıkıştığı
bir ortamda emekçilerin savaşımlarını bölgesel ve uluslararası düzlemde
ortaklaştırmaları hayatî önem taşıyor, oysa…
3 Aralık 2014 09:22:42, Ankara.
N O T L A R
[1] 12 Aralık 2014
tarihinde Kızılay AKA-DER’de yapılan konuşma… Newroz Yıl:8, No:264, 2 Mart
2015…
[2] V. İ. Lenin,
Seçme Eserler, C:1, s.467-468.
[3]
Bkz. Warren F. Kuehl, “Concepts of Internationalism in History”, Peace &
Change, Haziran 1986, c.11, 2: 1-10.
[4] “Feminism vs.
Marxism: Origins of the Conflict”, Workers’ Vanguard, 10 Haziran 2011 (özgün
makale Women and Revolution’un Bahar 1974 tarihli 5. Sayısında yer almaktadır.)
http://www.icl-fi.org/english/wv/982/ysp-feminism.html
[5]
Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Parti Manifestosu,
https://www.marxists.org/turkce/m-e/1848/manifest/kpm.htm
[6]
Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Parti Manifestosu,
https://www.marxists.org/turkce/m-e/1848/manifest/kpm.htm
[7] John Bellamy
Foster, “Marx and Internationalism”, http://monthlyreview.org/2000/07/01/marx-and-lnternationalism/
[8] Kevin Anderson,
“On the Dialectics of Race and Class: Marx’s Civil War
Writings, 150 Years Later”, http://www.internationalmarxisthumanist.org/articles/dialectics-race-class-marxs-civil-war-writings-150-years-kevin-anderson
[9] John Bellamy
Foster, “Marx and Internationalism”, http://monthlyreview.org/2000/07/01/marx-and-lnternationalism/
[10]
Karl Marx, Kapital, C.1, bölüm 31.
[11]
Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Parti Manifestosu,
https://www.marxists.org/turkce/m-e/1848/manifest/kpm.htm
[12] Akt. J. B.
Foster, “Marx and Internationalism”, http://monthlyreview.org/2000/07/01/marx-and-lnternationalism/
[13]
J. B. Foster, “Marx and Internationalism”, http://monthlyreview.org/2000/07/01/marx-and-lnternationalism/
[14]
Karl Marx, Kapital, C.1, bölüm 10, 7. Kısım.
[15]
Michael Löwy, Fatherland or Mother Earth? Essays on the National Question,
Londra, Pluto Press, 1998, s. 28.
[16] Akt. Kevin
Anderson, “On the Dialectics of Race and Class: Marx’s Civil War
Writings, 150 Years Later”, http://www.internationalmarxisthumanist.org/articles/dialectics-race-class-marxs-civil-war-writings-150-years-kevin-anderson
[17] Marx’ın Karl
Kautsky’ye 7 Şubat 1882 tarihli mektubu. Marx-Engels Correspondence 1882,
Nationalism, Internationalism and the Polish Question, https://www.marxists.org/archive/marx/works/1882/letters/
82_02_07.htm
[18] Richard P.
Applebaum, Theories of Social Change, Markham Publishing Co., Chicago, 1970, ss.
90-91.
[19]
V. İ. Lenin, Sovyet İktidarı ve Dünya Devrimi, Türkçesi: Ferit Burak
Aydar, Agora Kitaplığı: 260, Nisan 2010.
[20]
V.
İ. Lenin, Collected
Works, cilt.XXII, ss.355-356.
[21] Alex
Callinicos, “Marxism and the National Question”. Chris Bambery (ed.), Scotland: Class and Nation,
Bookmarks, Londra, 1999.
[22]
Troçki ve çevresinin 1938’de kurduğu, Troçkist partileri kapsayan Dördüncü
Enternasyonal ise kitleselleşemeyecek/ kurumsallaşamayacaktı.
[23] “Brief History of Marxist Internationalism”, http://www.newyouth.com/index.php?option=com_content&view
=article&id=118&Itemid=6
[24]
“Brief History of Marxist Internationalism”, http://www.newyouth.com/index.php?option=com_content&view
=article&id=118&Itemid=6
[25] “Komünist
Enternasyonal kongrelerinin ve Yürütme Komitesi’nin bütün kararları, üye bütün
partiler için bağlayıcıdır. Şiddetli iç savaş koşullarında faaliyet yürüten
Komünist Enternasyonal, İkinci Enternasyonal’den çok daha merkeziyetçi bir
tarzda örgütlenmelidir. Komünist Enternasyonal ve onun Yürütme Komitesi, doğal
olarak, çalışmalarının her alanında, tek tek her partinin mücadele ettiği ve
çalışma yürüttüğü farklı koşulları dikkate almalı ve bütün partiler için
bağlayıcı kararları ancak bu tür kararların mümkün olduğu meselelerde
benimsemelidir.” (Vladimir İlyiç Lenin, Komintern-Komünist Enternasyonal,
Türkçesi: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 325, Nisan 2011.)
[26] Science
Dergisi, 230: 997, 1985. Aktaran “Proletarian Internationalism”, http://www.marxists.org/
history/etol/intl.htm.
[27] Buna karşılık,
başka ülkelerin işçi sınıflarının Türkiye’nin ulusal kurtuluş hareketi ve emek
mücadelesiyle dayanışmasının pek çok örneği vardır. Ancak bunlardan belki de en
çarpıcısı, savaşa karşı çıkan Yunan komünistlerinin İzmir-Balçova’da Yunan işgal
ordusu tarafından kurşuna dizilişidir: ; “Sovyet Devrimi’nin de etkisiyle bütün
dünyada kendisini hissettiren sosyalizm, Yunanistan’da da önemli bir taraftar
kitlesine sahiptir. Yunan Komünist Partisi, 1919’da başlayan Anadolu işgaline
karşı Yunanistan’da büyük bir direnç gösterir. Bu eylemler sonucunda “vatana
ihanetten” yargılanan yüzlerce Komünist Parti üyesinden 117’si “Kardeşime
kurşun sıkmam” “Anadolu’nun işgali emperyal bir oyundur,” dedikleri ve bu
görüşlerinde ısrar ettikleri için Atina’da kurşuna dizilerek katledilirler.
Fakat İşgal Kuvvetleri’nin Anadolu’yu
işgalini engelleyemezler. İngiliz ve Yunan Orduları ile İzmir’e çıkan 200’ü
aşkın Komünist Parti üyesi, o dönemde İşgal Kuvvetleri Komutanlığı’nın merkezi
de olan İnciraltı Sahili’nde aynı direnişi gösterirler ve yayınladıkları “Zito
i Epanastasis” (Yaşasın İsyan) adlı Manifesto ile işgale karşı çıkışlarını
sürdürürler. ‘Vatana İhanet’ suçu ile açılan davalarda yargılanan 200 sosyalist
asker, görüşlerinde ısrar ettikleri için, 1921 senesi Ocak ayının ilk günü
İzmir’de İnciraltı Sahili denilen bölgede Yunan askerleri tarafından kurşuna
dizilerek katledilirler. (Ömer Anar, “İzmirlilerin Kalplerine Gömülen Sosyalist
Yunan Askerleri”, 27 Ekim 2014… http://www.birgun.net/news/view/izmirlilerin-kalplerine-gomulen-sosyalist-yunan-askerleri-baris-ve-dostluk-icin-olduler/7793)
[28] “İşçilerin
Bölünmesi Patronlara Yarıyor”, http://www.ntvturk.com/demokrasi/12276-iscilerin-bolunmesi-patronlara-yariyor.html
[29]
O. Murat Koçtürk, Meral Eker, “Dünyada ve Türkiye’de Doğrudan Yabancı Sermaye
Yatırımları ve Çok Uluslu Şirketlerin Gelişimi”, Tarım Ekonomisi Dergisi, 2002,
18(1): 41.
[30]
“Breaking Down Bill Gates’s Wealth, The Wall Street Journal, 19 Eylül 2014,
http://blogs.wsj.com/moneybeat/2014/09/19/breaking-down-bill-gatess-wealth/
[31] “Mexico’s
Carlos Slim Reclaims World’s Richest Man Title From Bill Gates”, Forbes,
15 Temmuz 2014, http://www.forbes.com/sites/doliaestevez/2014/07/15/mexicos-carlos-slim-reclaims-worlds-richest-man-title-from-bill-gates/
[32]
Tam liste için bkz. “Ülkelerin GSYİH’ya (Nominal) Göre Sıralanışı”, Vikipedi,
http://tr.wikipedia.org/wiki/%C3%9Clkelerin_GSY%C4%B0H’ya_(nominal)_g%C3%B6re_s%C4%B1ralan%C4%B1%C5%9F%C4%B1