Sayfayı Yazdır | Pencereyi Kapat | Resimleri Göster
Açıklama:
Kategori: Köşe Yazarları
Eklenme Tarihi: 11 Şubat 2015
Geçerli Tarih: 02 Mayıs 2024, 07:18
Site: Görele Sol Platformu
URL: http://www.gorelesol.com/yazar.asp?yaziID=20431
“PAMUKOLOJİ”NİN
SİYASAL ANALİZİ[*]
TEMEL DEMİRER
“Biz kimseyi aptal yerine koymadık.
‘Herkes
geçip kendi yerine oturdu’!”[1]
‘Kafamda Bir Tuhaflık’[2]
başlıklı “yeni” yapıtıyla Orhan Pamuk (eskisi kadar olmasa da) “yeniden” gündem
maddesi oldu. Ancak ortada Pamuk açısından (yeni bir şey olmasa da), “yeni”
denilen bu “yineleme”, olsa olsa, basit bir tekrardı…
Aslı sorulursa Leylâ Erbil’in, “Orhan Pamuk,
Evren-Özal döneminin depolitik bir ürünü sayılabilir. Sanatı, medyayla iç
içedir. Ne yazık ki, yazdıklarının karşılığı kendisinde yoktur,” saptamasının
aslî değerini hâlâ koruduğunu bir an dahi unutmadan; William Faulkner’in,
“Geçmiş asla ölü değildir. Geçmiş geçmiş bile değildir,” saptamasını asla “es”
geçmemek gerek…
Kendi hesabıma ben, “Önemli olan insanın,
içindeki iyiliği koruyacak bir hayat yaşayabilmesidir,” saptamasının ardına
sığınan Pamuk deyince; “cronica de una muerte anunciada/ Önceden ilan edilen
bir ölümün anlatısı” ya da “obscurum per obscurius/ karanlık, karanlık içindir,”
saptamasını veya “Tilki vaaz vermeye başladığı zaman, gözünüz tavuklarda
olsun,” diyen Alman atasözünü anımsarım…
* * * * *
Hayır bu sefer; Pamuk’un altı yılda tamamladığından
söz ettiği romanı ‘Kafamda Bir Tuhaflık’tan söz etmeyeceğim. Bir aşk öyküsü
anlattığından, kırk iki yıla yayılmış ve Türkiye’nin ile İstanbul’un, bu zaman
dilimindeki altüst oluşlarından, değişimlerinden söz eden romanın kapsamlı
değerlendirmesini sonraya bırakıyorum.
Ama yine de;
“Romancı kahramanının gözünden görür dünyayı,” notunu düşen Pamuk’un yapıtı;
Türkiye’nin son 40 yılının genel bir görünümünü sayfalarına yansıttığı
“iddia”sına birkaç not düşmeden geçmemeliyiz.
Pamuk “yeni”
romanında boza satıcısı Mevlut Karataş’ın hayatını anlatsa da, 1969-2012
yılları arasına yayılan bir değişimin öyküsünü anlatırken; “Yazarın oldukça
detaylı ve akıcı üslubu ile İstanbul’un dönüşümüdür gerçek özne. Arkaplanda
köyden kente doğru yaşanan göçün toplumsal psikolojisini de başarıyla aktarır…
Roman, 1971
darbesi veya 12 Eylül gibi önemli siyasi gelişmelerin şehre ve insanlara
etkilerini de ıskalamıyor…
Bazen
ansiklopedik bir tada bürünen Kafamda Bir Tuhaflık, aslında bir göç sosyolojisi
ve siyasi tarih kitabı gibi de ilerliyor…
1970’lerin
‘milliyetçi - solcu’ ikiliğiyle şekillenen ortamını da ilerleyen onyılların kendine
mahsus siyasi ve ekonomik iklimlerini de romanın ardında takip ediyorsunuz.
‘Kafamda Bir
Tuhaflık’, farklı karakterlerin ağızlarından ilerledikçe, 70’lerin, 80’lerin,
90’ların ve 2000’lerin ilk onyılının siyasal ve sosyolojik atmosferinin metnin
temeline inşa edildiğini fark ettikçe katman katman açılan bir roman,”[3] der Kahraman Çayırlı…
Burada bir
soru(n) vardır: O da Pamuk’un yaşadığı coğrafyadaki serüveni bir izleyici
konforuyla, tarihi yaratmak yerine yorumlamakla yetinen fildişi kuledeki bir post-modern
liberallikle iktifa etmesidir.
Tam da bunun
için A. Ömer Türkeş’in, “Pamuk, Kafamda Bir Tuhaflık’ta bir kez daha gündelik
hayat tarihçiliğine yönelmiş, yoksulluğun karakteristiğini ortaya çıkaracak
eşya bulmanın zorluğundan olmalı, müzesinde olgular ve olaylar yığılı bu kez… Kafamda
Bir Tuhaflık benim açımdan düş kırıklığı oldu. Kurgu ve bakış açısında yenilik
arayışlarından söz edilse bile, romanın bütününde Cevdet Bey ve Oğulları’nda,
İstanbul: Hatıralar ve Şehir’de, Masumiyet Müzesi’nde işlenen temalara Kar’ın
liberal ideolojisi eklenerek elde edilmiş bir ‘potpuri’ havası hissettim,”[4] saptamasının altı çizilmelidir.
Pamuk’un bu
konumunu görmezden gelerek, “iddia”nın cazibesine kapılanlardan Korkut Akın, “…
‘Kafamda Bir Tuhaflık’ iyi ki okudum dedirtebilecek, güzel bir roman. Geç
kalmamakta yarar var”;[5]
Semih Gümüş, “Sıradışı, merakla okunacak bir hikâyedir bu”; Asuman
Kafaoğlu-Büke, “Pamuk yazdığı sürece benim için okumak, heyecan verici bir
etkinlik olarak kalmak zorunda,” derlerken; “Pamuk’un Galatasaray’daki Yapı
Kredi Kitapevi’nde gerçekleştirilen, ‘Kafamda Bir Tuhaflık’ın imza gününde
kitabı imzalatmak için gelenler İstiklal Caddesi’nde uzun kuyruklar oluşturdu.
Yaşanan yoğunluk üzerine Orhan Pamuk, okurlarına, kitaba imzanın dışında isim
yazdırmamaları konusunda ricada bulundu. Pamuk’a kitabı imzalatanlar,
yaşadıkları heyecanı anlattı,”[6]
türünden -sipariş- reklamlar dört yanı kapladı…
Aslı sorulursa
Pamuk reklamına Ekim 2013’de başlamış ve demişti ki:
“Şöyle bir şey
söyleyebilirim: ‘Masumiyet Müzesi’ Türkiye’de 180 binin üzerinde sattı. Bunun
da yarısı İstanbul’da satmıştır. Yalnızca İstanbul’da bile 100 bin kişinin
evinde kitabın içinde müzenin bileti var. Bunun beşte biri geldi. Demek ki daha
gelecek olan ziyaretçilerin hepsi gelmedi. Bu bir sergi değil müze. İnsanlar
hemen gelmez. Yeni ekleri biraz vakit geçtikten sonra yapayım. Bir de şimdi
yazmakta olduğum ‘Kafamda Bir Tuhaflık’ı bitireyim diye uğraşıyorum… Artık bir
an evvel yayımlamak istiyorum.”[7]
Roman satışıyla[8] pazarlanan müze bileti yanında ‘Kafamda Bir
Tuhaflık’ın reklamı!
İcraatlarıyla Olivier Lockert’in, “Özgüven,
vasıfsızlığı gidermez,” sözünü anımsatan Pamuk, bu kadar çok yönlü ve
derinliklidir…
* * * * *
Medyatik ve
görünür olmayı; vitrinde kalmayı çok ama pek çok seven post-modern Pamuk birçok
eleştiriyi sonuna değin hak ederken; artık “Yetmez ama evet”in AKP dizaynınca
da “gereksiz” ilan edilmiştir; “Pamuk, üzerinde ilk kez gördüğümüz ve pek de
yakışmadığını düşündüğümüz sınıfsal kibir libasını giyer ve AKP seçmenine satır
arasında hakaret eder,”[9]
diyen Özlem Albayrak’ın satırlarındaki üzere…
Feridun
Andaç’a bile, “Pamuk’la Türkçe ve bu dille yaratılan edebiyat ödüllendirilmişti
aslında. Onun bunu ne kadar önemsediğini bilemem! Ama ben önemsediğim için
kalkıp Stockholm’e gitmiş, onun ödülünü aldığı tarihi törene katılmış, yazılar
da yazmıştım... Çünkü, bir dilin/bir edebiyatın, uluslararası bir ödülle
arenaya çıkmasını zamanımızın ‘kültür endüstrisi’ aktörlerinin bir işi olduğunu
hiç mi hiç düşünmedim,”[10]
yazarın pozisyon kaybettiği bir “sır” değil.
Gerçekten de
‘Kar’ ve ‘Masumiyet Müzesi’ romanlarından hareketle kadının erkek egemen
toplumdaki yerini inceleyen ‘Pamuk Kadınlar’ başlıklı yapıtı[11] kaleme alan ‘İstanbul Üniversitesi
Kadın Çalışmaları’ bölümünde A. Şule Süzük Toker’in, “Pamuk, 90’lı yıllardan
itibaren Türkiye’de önemli bir yazar kültü, hegemonik bir alan oluşturdu. Bu
alana dair bir eleştiri yapılmadığını gördüm. Herkesin post-modern romanın
nimetlerinden söz ettiği, Pamuk’u olumladığı bir hat söz konusu idi,”
saptamasının artık “miş”li geçmiş olduğu koordinatlarda yeniden gündem olmak
için el attığı alan ‘Boğaziçi Üniversitesi Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat
Araştırma Merkezi’nin açılışındaki video konuşması ile “Nâzım Hikmet’le ilgili
bazı iddiaları” dillendirmesiydi.
Pamuk’a göre
“hagiografiler (kutsal yazılar) Nâzım Hikmet’i kültleştirilip tartışılmaz hâle
getirmişti.”
Mesela Nâzım
Hikmet’in Kemalizm konusundaki tutumu ya da “Nâzım Hikmet’in doğru düzgün bir
biyografisinin yazılmadığı, yazılmış olanların bir biyografiden çok aşırı
övgülerden oluşan ve gerçekleri tahrif eden birer ‘hagiografi’ olduğu” gibi…
Bunların hepsi
laf-ı güzaftır.
Nâzım
Hikmet’in Kemalizm konusundaki tutumu dönemin TKP’si ile SSCB’sinden bağışık
olmasa da; Ermeni meselesinde, 1950’de hapisten çıktıktan sonra yazdığı ünlü
‘Akşam Gezintisi’ şiirinde, “Bakkal Karabet’in ışıkları yanmış/ Affetmedi bu
Ermeni vatandaş/ Kürt dağlarında babasının kesilmesini./ Fakat seviyor seni,/
Çünkü sen de affetmedin/ Bu karayı sürenleri Türk halkının alnına,” dizeleri
ile yine Nâzım Hikmet’in Kürt meselesinde de “Kamuran Bedirxan’a Mektup”u[12] Pamuk’un “iddiaları”nı boşa
çıkarmaya yeter de artar bile…
Kaldı ki
Pamuk’un, “Nâzım Hikmet’in ‘Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim’ adlı romanı, ufkunun
Türkiye’nin milli sorunlarıyla sınırlı kalmaması, hayattaki temel değerleri
araştırması ve kahramanlarının yaşadıkları hayatın kozmopolitliği ile
Türkiye’de yazılan ‘Avrupalı’ romanların en eski ve en önemlilerindendir,”[13] dediği de bilgimiz dahilindedir…
Biyografilere
gelince farklısı yazılmıştır; daha farklısı varsa o da yazılıp,
yayınlanmalıdır. Bu Nâzım Hikmet’in “sonu” olmaz…
Bir şey daha:
Nâzım Hikmet TKP’li bir mücadele insanıdır; yürekli bir militandır ki, Pamuk’ta
olmayan ve Pamuk’un anlamadığı da tamı tamına budur!
O Pamuk ki,
‘Boğaziçi Üniversitesi Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi’nin
açılışındaki öğrencilerin protestolarının da etkisiyle açılış törenine
katılmayıp konuşmasını video kaydıyla yapacak kadar yüreksizdir…
Ve Pamuk
konuşmasında “Nâzım Hikmet’le ilgili bazı iddialar dile getirdi. Bunları
söylerken bir tartışma yaratacağını da öngörmüş olmalı ve göğüsleyebilmeliydi
değil mi?
Bunu yapamayan biri şimdi kalmış ‘Kafamda Bir
Tuhaflık’ ile 70’lerin, 80’lerin, 90’ların ve 2000’lerin ilk on yılını
anlatıyor… Tabii dinlemek isteyenlere!
* * * * *
Şimdi, şu an
birilerinin “Haksızlık etmiyor musun?” dediğini duyuyor gibiyim…
Hayır
haksızlık etmiyorum!
Orhan Pamuk
arkadaşlarının ona hep paranoyak suçlamasında bulunduğu yorumunu getirip,
“Paranoyak olmayayım da ne yapayım? Romanın hep paranoyak bir yanı vardır,”
derken;[14] ‘La Repubblica’ya
röportajında da, “Ben ailenin idiotuydum” diye ekler…[15]
Kendini
“paranoyak” ve “idiot” olarak betimleyen bir yazarın dedikler eğer doğruysa,
vay okurun hâline…
Kendini böyle
sunan yazar, Suriye lideri Beşşar Esad’a, “İstifa et, yoksa sonun Saddam ve
Kaddafi gibi olacak” uyarısında bulunan açık mektuba imza koyarken; ne El
Nusra’ya ne de IŞİD’e tek laf etmekle boyundan büyük işlere kalkışmaktadır.
Ancak bunda şaşırtıcı
bir şey yoktur; Pamuk boş büyük laflar etmekle maruf birisidir.
Mesela ‘Die
Zeit’ dergisine verdiği röportajda, “Burjuvazi beni sinirlendiriyor. Kibirleri,
dar görüşlü bir şekilde bencillikleri ve kendi ülkesinin insanlarından nefret
etmeleri beni öfkelendiriyor. Olağandışı Türk üst sınıf, askeri darbelerden ve
de Kürtlere karşı yapılan kötü muameleden dolayı rahatsız olmuyor. Çoğunluğu
oluşturan başörtülü kadınlara yukarıdan bakıyor. Bu da bana eskiden Güney
Afrika’da beyazların siyahlara olan davranışını hatırlatıyor,”[16] diyor…
Onu
alkışlayanlar gibi Pamuk’un da Kürtler konusunda ne yaptığı meçhulken; aynı
zatın “başörtüsü” konusundaki hassasiyetini (ki buna kimsenin itirazı yok)
işçilerden, emekçilerden yani burjuvazi tarafından sömürülenlerden neden
esirgediği de (bir post-modern tarzı olarak) “sır” olmasa gerek!
Burada durup,
Nobel’i reddeden Jean Paul Sartre’ın, “Biliyorum ki emekçi sınıfın özgür
bırakılmasından başka bir kurtuluş yolu yoktur,” uyarısının altını çizip
ekleyelim:
Elias Canetti
(1905-1994), 1976 yılında kaleme aldığı ‘Yazarın Uğraşı’ başlıklı denemesinde
yazarı “Bütün değişimlerin savunucusu” diye niteleyip ekler: “Yazarların
başkalarının deneyimlerini kendi iç dünyalarında yaşamaya yönelik istekleri,
hiçbir zaman normal ya da resmi yaşamımızı oluşturan amaçlarla belirlenmemeli;
bu istek, başarı ya da geçerlilik kazanma niyetlerinden tümüyle bağımsız
kalmalı, başlı başına bir değişim tutkusu yapısını taşımalıdır...”
Vladimir
Mayakovski, “Sanat dünyayı yansıtan bir ayna değildir, dünyayı
biçimlendireceğiniz bir çekiçtir”; Nurdan Gürbilek, “Sanat bir şeyi kurtarmak
için de yapılabilir, yıkmak için de,”[17]
derlerken; Edip Cansever de, şiirinde öfke için yanımıza “Marks, Lenin”
almamızı tavsiye eder.
Bitmedi:
Victor Jara, “Sanatçı, çağını yansıtabildiği ölçüde sanatçıdır, sanatçı kurulu
düzenin karşısındadır, sanatçı devrimcidir”; Herbert Marcuse, “Özgürlüğün ilk
gerçekleştiği yer sanattır,” gerçeğinin altını çizerlerken, Ursula Le Guin de
haykırır:
“Direniş ve
değişim sanatta başlar… Şu anki yaşayışımızın alternatiflerini görebilen,
korkuya kapılmış toplumumuzun ve takıntılı teknolojilerinin içyüzünü, varoluşun
başka yollarına kadar görebilen ve hatta umut için gerçek dayanaklar hayal
edebilen yazarların seslerini isteyeceğimiz zor zamanlar geliyor. Özgürlüğü
anımsayabilecek yazarlara ihtiyaç duyacağız. Şairlere, hayalperestlere: Daha
büyük bir gerçekliğin gerçekçilerine...”
Pamuk’un ya da
onu alkışlayanların bunlardan haberi var mıdır?
*
* * * *
Devam edelim…
Medyatik
dengelerin sarkacı Pamuk, kah AKP ve AB’yi alkışlar, kah tersi…
“Darbenin 30.
yıldönümünde kurulan sandıkta ‘Evet’ diyeceğim. 12 Eylül’le hesaplaşmanın yolu
açılıyor. Yargı süreci başlamasa bile referandum 12 Eylül’ün vicdanlarda mahkûm
edilmesini sağlayacak,” diyen “Yetmez ama evet”çi Pamuk, daha sonra
‘Süddeutsche Zeitung’ ile ‘The Guardian’ gibi gazetelerde yayımlanan yazısında
AKP hükümetinin Taksim politikalarını “İstanbul’da olup bitenlerin nasıl
başladığını ve sokaklarda polisle çatışan ve biber gazıyla boğulurcasına
zehirlenen cesur insanları anlamak”tan söz edip, “Hükümetin gittikçe artan
baskıcı ve otoriter tutumu”nun altını çizerek eleştirdi...[18]
Aynı biçimde
‘France Inter Radyosu’nda da AKP hükümetini eleştirip, “Türkiye’de insan hayatı
çok ucuz. İfade özgürlüğünün önüne perde çektiler. Medya kontrol altında.
Otoriter bir yönetim iktidarda. YouTube ve Facebook’u yasaklama biçimleri
otoriter. Dürüst olup bu hükümeti eleştirmemek mümkün değil. İnsan hakları,
medyanın kontrolü ve ifade özgürlüğü alanlarında yaptıkları nedeniyle,” dedi.[19]
Bu taban
tabana ters tutumlar, rüzgâr nereden eserse, o yöne eğilmek değil de
nedir? Bugün “Hayır” deseler de, AKP
totalitarizminin önünün açılmasında “Yetmez ama evet”çilerin de sorumluluğu söz
konusudur!
Ve AB…
Pamuk,
Danimarka’nın en büyük kültür 1 milyon Kron’luk ‘Sonning’i Kopenhag
Üniversitesi Rektörü Ralf Hemmingsen’in elinden alırken; “2004 yılında bu ödülü
alsaydım belki Türkiye’nin AB’ye girmesi için propaganda yapardım. Ama
Avrupa’nın sorunları yüzünden o tatlı günler biraz geride kaldı. Avrupa
yalnızca Avrupa Birliği anlamına gelmiyor. Hepimiz için, Türkiye’de birçok kişi
için hatta en önemlisi Kemal Atatürk için de Avrupa düşünceler fikirler, sanat,
kültür anlamına geliyor. Avrupa bizi yapandır,” derken; Danimarkalı
gazetecilerin Ermeni soykırımı konusunda sorularını yanıtsız bırakmıştı…[20]
Böylesine
AB’ci Pamuk, yine ‘The Independent’dan Shaun Walker’a röportajında, “sağcı”
basının kendisine karşı kampanyasının 2010 yılına kadar sürdüğünü, AB projesi
çökünce de rahatladığı vurgusuyla, “Çok rahatsız oldum. Ama şimdi daha rahatım”
diyerek ekledi: “Belki de bir ölçüde Nobel ödülü yüzündendir. Ama ülke de
değişti. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılması için çalışıyordum ve tüm proje
çöktü. Böylece üyeliği savunanlara yönelik kötü enerji de ortadan kalktı.”[21]
Ayrıca, ‘El
Pais’e demecinde, “Türkiye’de özellikle Avrupa ile birleşmeye inananların
kalplerin kırıldığını” belirterek “İlk Sarkozy ve Merkel’in açıklamaları, daha
sonra ekonomik kriz ve 2008’deki finans krizinden Türkiye’nin çok fazla
etkilenmemesi, Türkiye’nin Avrupa perspektifinin gerçekleştirilmesini zor bir
hâle getirdi. Artık Türkiye, Avrupa’ya doğru yürümüyor diye ağlamıyorum.
Avrupa, üst sınıf için bir rüya olmaya devam ediyor. Ama ekonomik patlama
Avrupa heyecanını azalttı. Avrupa ile birleşme çoğunlukta ekonomik bir arzu.
Siyasi veya kurumsal değil,”[22]
diye konuşan Pamuk, 27 Ekim 2012’de ‘La Repubblica’daki makalesinde, “Özgürlük,
eşitlik ve kardeşlik deyişi unutuldukça Avrupa, krizin de etkisiyle dini ve
etnik kimliğin baskın olduğu muhafazakâr bir yere dönüşüyor,”[23] notunu düştü!
Kah öyle, kah böyle; post-modern Pamuk
böyledir! Dedim ya; rüzgâr nereden esiyorsa…
*
* * * *
Bir kez daha tekrarlayalım: Aşk(lar)ından,
iş(ler)ine bunda şaşırtıcı bir şey yoktur, nihayetinde her şey medyatik olmak
değil midir?
“Aşk”ın da
“Masumiyet” sıfatıyla nitelendirildiği “müze” gibi metalaştırıldığı tabloda
dönemin Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, “Masumiyet Müzesi”ni tek kelimeyle
özetledi: “Muazzam”. Hem kültür sanat hayatımıza hem kültür turizmine büyük
katkı sağlayacağını belirtti. 60 dile çevrilen Pamuk’un yabancı okurlarının
merak edip bu müzeyi görmeye geleceğini vurguladı.
Oya
Eczacıbaşı, Masumiyet Müzesi’ne sadece bir müze olarak bakamadığını söyledi.
Müzenin başlı başına bir sanat eseri olduğunu ve bu müzeyle birlikte Pamuk’un
içinde kalan ressamı dışarı çıkardığını ifade etti.[24]
Ertuğrul Günay ile Oya Eczacıbaşı’ndan sonra
ben ne diyebilirim ki?!
“Bir
topluluğun, cemaatin, takımın, milletin, devletin, halkın, bir kuruluşun,
şirketin, bir cinsin tarihini anlatmaya çalışan müzelerden bıktık, yorulduk.
Tek tek bireylerin, sıradan hikâyelerinin bütün büyük toplulukların tarihinden
daha zengin, daha insani ve çok daha mutluluk verici olacağını hepimiz
biliyoruz,”[25] diye tanımladığı ve
28 Nisan 2012’de açılan müzesine ilişkin Pamuk’un, “Müzeye ne kadar harcadınız”
sorusunu, “Nobel’den çok daha fazla tuttu, ama rakamın ne kadar olduğunu bilmek
istemedim” diye yanıtladığı[26]
meselede en iyisi sözü Mutlu Tönbekici’nin şu satırlarına bırakmak:
“Muazzam bir
çalışma olmuş! Başından beri ‘kitaptan müze’ fikrini olağanüstü buluyordum
fakat bu kadar güzel uygulanacağını tahmin etmemiştim.
Bina tam
okurken hayal ettiğim gibi...
- Althusser
‘masum okuma yoktur’ der. Masum yazma da yoktur. Hele hele yazdığını masum müze
yapmak da yok. Okuyup müzeye gidip röntgenlemek iyice masumiyet dışı.
Ve bütün
bunları Masumiyet Müzesi’nde yapıyoruz.”
Evet Gül
Kireklo’nun, “Pamuk’un romanını ‘gezip görme’ şansı veren müzeyi, bir yılda 40
bin kişi gezdi. Bunlardan 10 bini öğrenciler oldu. Nobel ödüllü yazar Orhan
Pamuk’un “eşyaların sihrine inananlar tarafından” yapılmış müzesi, dünya
medyasında da 2012 yılında en çok sözü edilen Türk müzesi oldu,” diye sunduğu
şey, medyatik Pamuk’un bireyciliği öne çıkarmasından başka bir anlam taşımıyor!
*
* * * *
Boğaziçi
Üniversitesi Sosyoloji’den Yrd. Doç. Dr. Barış Büyükokutan ile Boğaziçi Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Bilimi’nden Yrd. Doç. Dr. Volkan Çıdam’ın, “Popülist
Sol Nefretin Müphem Nesnesi: Entelektüel” alt başlığında “Pamukoloji”
avukatlığına soyunmalarının “mazeret” üreten bir epigonluktan başka anlam
taşımadığını ifade ederek[27]
diyeceklerimi topluyorum…
Ayfer Tunç’un,
“Sadece 25 yılın değil, genel olarak Türkçe edebiyatın en önemli olayı Pamuk’un
Nobel almasıdır. Pamuk’un Nobel ödülü alması kadar önemli bir olay daha yoktur
Türk edebiyatında…”[28]
Haydar
Ergülen’in, “Pamuk benim için, ilk romanı ‘Cevdet Bey ve Oğulları’ndan
başlayarak büyük romancıdır…”[29]
Semih
Gümüş’ün, “Kara Kitap, bizim edebiyatımızda daha önce benzeri olmayan bir
romandı...”[30]
Hâle Seval’n,
“Pamuk’un iki kitabı Masumiyet Müzesi ve Şeylerin Masumiyeti, hem felsefi hem
de antropolojik açıdan incelenebilecek nitelikte. Her iki roman da “dış
dünya-düşünme-dil” ve “insan-dünya-bilgi” üçgenleri çerçevesinde anlama,
yorumlama ve açımlamaya çalışılıyor…”[31]
Cengiz
Alkan’ın, Eğer iyi bir okur iseniz (ya da ‘Saf ve Düşünceli Romancı’yla aynı
tarihlerde okurlara sunulan ‘Genç Bir Romancının İtirafları’nda Umberto Eco’nun
tabiriyle ‘örnek okur’...), Orhan Pamuk’u beğenseniz de beğenmeseniz de Türk ve
dünya edebiyatı tarihinde mühim bir yer tuttuğunu kabul edersiniz...”[32]
Onur Bilge
Kula’nın, “Pamuk’un yazar olarak dünya ölçeğinde ulaştığı yazınsal başarısının
rastlantı olmadığı, romancılığını büyük emekle ve sağlam felsefi temeller
üzerine kurduğunu ortaya koymaktadır…”[33]
türünden mesnetsiz övgülerini gülümseyerek okudum; Anton Çehov’un
‘Martı’sındaki, “Siz tutucular, sanat alanında subaşlarını tutmuşsunuz bir
kere, kendi dışınızdakilere yaşama hakkı tanımıyorsunuz. Sadece kendi
yaptıklarınızı kurala uygun ve gerçek sayıyorsunuz. Sanatçı saymıyorum sizi,”
uyarılarının altını çizerek; hiçbirine ve benzerlerine katılmıyorum!
Çünkü Pamuk’un
roman sanatı konusundaki[34]
“Kelimeleri hayalimde resimlere çevirmek için çırpındım”… “Romancının ilk ve
asıl işi bir kahraman icat etmektir”… “Roman yazmak, kelimelerle resim
yapmaktır”… “Roman sanatı hayatı doğru temsil etmektir,” türünden görüşleri (ve
icraatı) olsa olsa post-modernler için muteberdir; ama asla bizim için değil!
Unutulmasın:
Alberto Manguel’in ifadesiyle de, “Edebiyat ideal okurlara değil, sadece
yeterince iyi okura bağlı”yken; sanat, edebiyat sadece ruhumuzdan bir alıntı
yapmak değildir; o sokaklara ve tarihe mündemiçtir; olmalıdır, olmuştur ve
olacaktır da…
Ötesi, modadır; geçicidir; laf-ı güzâftır…
3 Ocak 2015
14:40:28, Ankara.
N O T L A R
[*] İnsancıl,
Yıl:25, No:295, Şubat 2015…
[1] Can
Yücel.
[2]
Orhan Pamuk, Kafamda Bir Tuhaflık, Yapı Kredi Yay., 2014.
[3]
Kahraman Çayırlı, “Kafamda Bir Tuhaflık”, Evrensel, 15 Aralık 2014, s.12.
[4] A.
Ömer Türkeş, “Şehrin Yitik Sesleri”, Radikal Kitap, Yıl:13, No:720, 2 Ocak
2014, s.10-11.
[5]
Korkut Akın, “Kitap Tanıtımı: Kafamda Bir Tuhaflık”, Gelecek, No:130, 19 Aralık
2014, s.23.
[6]
“İstiklal’de Orhan Pamuk Kuyruğu”, Cumhuriyet, 14 Aralık 2014, s.19.
[7] Cem
Erciyes, “Pamuk: Artık Yeni Romanımı Bitirmek İstiyorum”, Radikal, 27 Ekim
2013, s.16-17.
[8]
Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi, 10. Baskı, İletişim Yay., 2012.
[9]
Özlem Albayrak, “Nuri Bilge Ceylan, Orhan Pamuk ve Bölünme Sorunsalımız!”, Yeni
Şafak, 28 Mayıs 2014, s.12.
[10]
Feridun Andaç, “Nobel’li Pamuk’u Gündeme Taşımak”, Milliyet, 8 Eylül 2013,
s.22.
[11] A.
Şule Süzük Toker, Pamuk Kadınlar, Kalkedon Yay., 2013.
[12]
Nâzım Hikmet’in ünlü Kürt yurtseveri ve dilbilimcisi Kamuran Bedirxan’la
İstanbul’da uzun yıllara dayalı bir dostlukları bulunduğu az bilinen bir
olgudur. 1983 yılında Paris Kürt Enstitüsünün yayın organı olan ‘Hêvî’ dergisi,
Enstitüye bağışlanan Kamuran Bedirxan’in arşivinde bulunan, Nâzım Hikmet
tarafından Kamuran Bedirxan’a yazılmış 1961 tarihli bir mektubu orijinaliyle
birlikte yayınladı. [Mektubun orijinali Paris Kürt Enstitüsü Arşivindedir] Bu
mektupta Nazım Hikmet’in Kürt sorununa ilişkin genel yaklaşımını bulmak
mümkündür…
http://www.enternasyonalforum.net/tarihte-bugun/2527-nazim-hikmet-ten-kamuran-bedirxa-na-mektup.html
[13]
Orhan Pamuk, “Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim”, Radikal, 29 Temmuz 2012, s.18.
[14]
“Pamuk: Paranoyak Olmayayım da Ne Olayım”, Radikal, 10 Nisan 2013, s.32.
[15]
“Pamuk La Repubblica’ya Konuştu”, Hürriyet, 21 Şubat 2013.
[16]
Mehveş Evin, “Pamuk’u Taca Çıkaran Burjuvalar”, Milliyet, 27 Ağustos 2012, s.6.
[17]
“Nurdan Gürbilek: ‘Güçlü Edebiyatın Ardında Hemen Her Zaman Bir Kriz Var’...”,
18 Mayıs 2013…
http://www.notosoloji.com/nurdan-gurbilek-guclu-edebiyatin-ardinda-hemen-her-zaman-bir-kriz-var/
[18]
Orhan Pamuk, “Erdoğan Hükümeti Baskıcı ve Otoriter”, Radikal, 6 Haziran 2013,
s.34.
[19]
“Türkiye’de İnsan Hayatı Çok Ucuz”, Taraf, 22 Mayıs 2014, s.7.
[20]
Ünsal Turan, “Danimarka’dan Orhan Pamuk’a Büyük Ödül”, Hürriyet, 26 Ekim 2012.
[21]
“Pamuk: AB Projesi Çöktü, Üzerimdeki Baskı Azaldı”, Hürriyet, 20 Ağustos 2012.
[22]
“Avrupa, Türkiye’de Çok Kalp Kırdı”, Cumhuriyet, 14 Mayıs 2012, s.13.
[23]
“Pamuk La Repubblica’da: ‘Avrupa Muhafazakâr Bir Yere Dönüşüyor’…”, Cumhuriyet,
28 Ekim 2012, s.16.
[24]
Filiz Aygündüz, “Pamuk’un Düğünü!”, Milliyet, 29 Nisan 2012, s.6.
[25]
“Müzeler İçin Mütevazı Bir MANİFESTO”, Taraf, 20 Nisan 2012, s.17.
[26]
“Bir Roman Yazdım ve Müzesi Oldu”, Taraf, 14 Nisan 2012, s.7.
[27]
“Nedir bu nefret ve tepkinin sebebi? Orhan Pamuk
okumak entelektüel bir uğraş… İlk etapta meselenin metnin ideal-tipik
okuru olamama hâliyle ilintili olduğunu söylemek yanıltıcı olmayacaktır. Orhan
Pamuk’un metinlerinin okuyucu nezdinde bir anlam ifade edebilmesi için
dünya edebiyatıyla tanışık ve barışık olmak; yazarın Thomas Mann’la, Marcel
Proust’la sohbet ettiğini bilmek ve bundan haz almak önkoşul. Uzun lafın
kısası, Orhan Pamuk okumak entelektüel bir uğraş.
Korkulan bir figür… Orhan Pamuk gibi yazarlara duyulan
nefret modern sağın sözlüğünde antisemit bir biçim almıştır hep:
Kozmopolitliği, gezer-göçerliği ve dolayısıyla dejenereliği nedeniyle
aşağılanması gereken, ama hayali ya da gerçek uluslararası bağlantıları
nedeniyle de korkulan bir figürdür sağ için entelektüel. Bu figürün arketipi
ise Marx’ın hayaleti elbet…
Orhan Pamuk’un iyi bir yazar olmadığı, kitaplarının
başarısını ‘kültür endüstrisi’ne ve küresel bir halkla ilişkiler
stratejisine borçlu olduğu iddiaları var. Sermaye ve edebiyat ilişkisini bu
denli indirgemeci bir perspektiften ele alabilmek ise ancak edebiyatın uzun
mücadeleler sonucunda kazandığı göreli özerklikten habersiz olmakla ve Marx’ın eleştirmeye
bile değer bulmadığı kaba bir materyalizmin/ekonomizmin tuzağına düşmekle
mümkün…
Orhan Pamuk’un ürettiği edebiyat ve söylemin iktidarın
sözcülüğünü yaptığı; Orhan Pamuk ve ona destek olanların burjuva, ‘Yetmez
ama evet’çi ve - en kötüsü - ‘liberal’ hainler olduğu savlarını duyuyoruz.
Buna sebep olan şey bu ‘liberal hain’lerin AKP iktidarına ilk yıllarında
savaş açmamış olması…
Diyelim ki popülist solun ’liberaller’i gerçek
bir tarihsel özne. Ve diyelim ki bu liberaller yanılmış, aldatılmış olsun,
yanılgıları ve aldatılmaları da kendi basiretsizliklerinin sonucu olmuş olsun.
Yine de şunu sormak gerekmez mi: ‘Liberaller’in bir kere yanılmış olması
hep yanılacakları anlamına mı gelir?” (Barış Büyükokutan-Volkan Çıdam,
“Popülist Sol Nefretin Müphem Nesnesi: Entelektüel”, 2 Ocak 2015…
http://www.yenidenatilim.com/?pnum=8623&pt)
[28] Doğan Hızlan, “Ayfer Tunç Konuşulacak”, Hürriyet, 16 Nisan 2014,
s.22.
[29] Haydar Ergülen, “Ama...”, Cumhuriyet, 11 Haziran 2012, s.15.
[30] Semih Gümüş, “Bir Romanın Sırları”, Radikal Kitap, Yıl:12,
No:660, 8 Kasım 2013, s.6-7.
[31] Hâle Seval, “Orhan Pamuk’un İki Yapıtı: Masumiyet Müzesi’nde
Şeylerin Masumiyeti”, Cumhuriyet Kitap, No:1208, 11 Nisan 2013, s.12-13.
[32] Cengiz Alkan, “… ‘Yeni Hayat’ Üzerinden Pamuk”, Radikal Kitap,
Yıl:10, No:552, 14 Ekim 2011, s.7.
[33] Onur Bilge Kula, “Schiller’den Orhan Pamuk’a ‘Saf ve Düşünceli
Edebiyat’…”, Cumhuriyet Kitap, No:1136, 24 Kasım 2011, s.16-19.
[34] Orhan Pamuk, Saf ve Düşünceli Roman, İletişim Yay., 2011.