Karakter boyutu : 12 Punto 14 Punto 16 Punto 18 Punto
24 Mayıs 2014, 00:13

"Türkiye'nin AB'ye ihtiyacı yok" demek çok yanlış

Doç.Dr.Yılmaz Çolak Yeni Asya röportajı

“Türkiye’nin AB’ye ihtiyacı yok” demek çok yanlış

Yeni Asya’nın sorularını cevaplandıran Doç. Dr. Yılmaz Çolak şöyle diyor:

“Son yıllarda Türkiye, işleyen demokrasiye sahip ve kalkınan bir Müslüman ülke olarak diğer İslâm ülkelerine model olarak sunuldu. Bu önemli bir gelişmedir, ancak biraz da yanıltıcıdır. Birçok kişi bu algıyla yanılarak ‘artık bizim AB’ye ihtiyacımız yok’ diyor. Son yirmi yılda Türk demokratikleşmesinde AB itici bir güç olmuştur. Dolayısıyla Türkiye için AB hâlâ çok elzemdir.”

Doç. Dr. Yılmaz Çolak “Son yıllarda Türkiye, işleyen demokrasiye sahip ve ekonomik olarak kalkınan bir Müslüman ülke olarak diğer İslâm ülkelerine model olarak sunuldu. Bu önemli bir gelişmedir, ancak biraz da yanıltıcıdır. Birçok kişi bu algıyla yanılarak artık bizim AB’ye ihtiyacımız yok diyor. Aslında Türkiye demokratikleşen ve rekabetçi ekonomiyi oturtmaya çalışan bir ülke. Türkiye’nin modeli de AB’dir, onun siyasal ve sivil normları ve prensipleridir. Son yirmi yılda Türk demokratikleşmesinde ve ekonomik büyümesinde AB itici bir güç olmuştur. Dolayısıyla vesayetçi sistemi tamamen kaldırmaya ve demokrasisini tüm kurum kuruluş ve değerleri ile pekiştirmeye çalışan Türkiye için AB hâlâ çok elzemdir” diyor

Türkiye seçimlerden sonra yeni döneme girdi. Sizce Türkiye’nin önündeki en önemli sorunlar neler?

Gerçekten de Türkiye çok önemli bir seçimi geride bıraktı. Türkiye’nin önündeki sorunları anlayabilmemiz için seçimin neden çok önemli olduğunu açıklamamız gerekiyor sanırım. 1946 yılında çok partili hayata geçişle başlayan demokratikleşme günümüze kadar inişlerle çıkışlarla gelmiştir. İlk defa 1950 yılında serbest bir seçimle iktidar değişmiştir. 1839 yılı ile başlayan bürokratların iktidarı, sadece arada 30 yıllık II. Abdülhamit’in dönemi hariç, 1950 yılına kadar sürdü. Ama bürokratlar iktidarı kolay kolay bırakmayacaklarını gösterdiler ve siyasiler ile sıkı bir mücadeleye giriştiler. Ve hepimizin malûmu 1960, 1971, 1980 ve 1997 darbeleri yapıldı. 1960 darbesinden sonra sivil otorite üzerinde vesayet kuruldu ve 1961 anayasası ile bu vesayet yasal zemine oturtuldu.         

En önemli sorunlar siyasal sistemin ve devlet yapısının liberal, çoğulcu demokratik prensipler ile düzenlenmesinin tamamlanmamış olmasıdır. Aslında 1950 yılında başlayan demokratikleşmenin bir anlamda tam kemale ermemesidir. Burada bürokrasinin ve onun işbirliği içindeki bir grup aydın ve büyük sermayenin oluşturduğu eski müesses nizamın, yani sivil otorite üzerindeki vesayetçi anlayışın ve yapıların tamamen sonlandırılması çok önemlidir. Bunun ilk ve en önemli adımı sivil bir anayasanın oluşturulmasıdır. Bu anayasa demokratik çoğulcu anlayışa dayanan sivil idarenin yerleşmesi için elzemdir. Yine birinci sorunla ilişkili olan Türkiye’nin diğer önemli bir sorunu da toplumda var olan çeşitliliğin resmî olarak kabulü ve temsilidir. Bu anlamda dindarların, Kürtlerin ve Alevilerin talepleri öne çıkmaktadır. Tüm bu taleplerin karşılanabilmesi için sivil anayasa çalışmaları çok önemli bir fırsat sunmaktadır. Siyasal ve yasal düzenlemeler toplumdaki tüm kesimlerin iletişimi ve diyaloğu ile bu talepleri karşılayacak şekilde yapılabilir. 

Türkiye neden hep kutuplaşmalar üzerinden tartışıyor?

Şunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz ki, günümüzde yaşadığımız kutuplaşmanın kaynağı erken cumhuriyet dönemi ile uygulanmaya başlanan jakoben modernleşme projesidir. Toplumu yukarıdan aşağıya zorla dönüştürmeye çalışan elitler kendilerini geleneğin, cahilliğin ve dolayısıyla yobazlığın içine batmış olarak tarif ettikleri halktan ayırdılar. Bu ayrım medenî elitler ile yobaz hacı-hoca ve cahil halk arasındaydı. Bunu da yeni çağdaş, laik bir hayat tarzı kurarak yaptılar. Yani hayat tarzları arasında katı bir hiyerarşi oluşturdular. Kutuplaşma işte buradan başlar. Ve resmiyet kazanmıştır kutuplaşma. Süreçte hayatın her alanı, dil, tarih, kılık-kıyafet, içki, sanat, edebiyat siyasallaşmıştır. Ne var ki, devletin halkı dönüştürmede yapısal bir zorluğu vardı. Bunun sebebi de tek parti döneminde halkın sadece yüzde 18’i şehirlerde yaşıyordu. Sadece onlara ulaşılabildi ve belirli ölçüde dönüştürüldü. İnönü döneminde kırsal kesimin dönüştürülmesine yönelik çabalar olsa da başarısız oldu. Çok partili hayatla birlikte elitlerin horladığı, “geri ve ilkel” hayat tarzı ile hakir gördüğü halk ipi seçimlerle eline aldı. Günümüze kadar demokratikleşme bu anlamda kutuplaşma ile gelişti. Hayat tarzları çerçevesinde kutuplaşma 90’lı yıllar ile temel belirleyici etmen oldu. Halkın çoğunluğu için bu çatışmasının hesabının görüldüğü yer sandıktı. İşte bu yüzden özellikle de hayat tarzları, kültürel farklılık üzerinden kutuplaşma her seçim sürecinde belirleyici oldu. Seçimlere katılımın her kesim açısından yüksek olmasının önemli bir sebebi bu kültürel ve siyasal iktidarı kimin ele alacağı savaşı oldu. İşte bu yüzden bir türlü normalleşemiyoruz. Normalleşememenin sebebi izlenen modernleşme projesidir ve bu projenin toplumsal modernleşme sonucu ortaya çıkan normal durum ile uyuşmamasıdır. Bu durum bir süre daha devam edecek gibi gözükmektedir. Çünkü hâlâ radikal bir şekilde toplumsal ve kültürel olarak dönüşüyoruz.        

Uzlaşı ve birlik dilini kullanmak ve uygulamak zor mu? Seçim döneminde kullanılan dilin sivri olması toplumda uzlaşı kültürünün yol almasını zorlaştırıyor mu?

Aslında siyasetin ruhunda uzlaşıdan çok çatışma ve mücadele vardır. Bu çatışma ve mücadele fikirlerin, projelerin ve çıkarların etrafında olmaktadır. Ve demokrasilerde normal bir durumdur, olması gerekendir. Bizim durumumuz biraz farklı tabiî. Biz hâlâ demokrasinin temel prensipleri üzerinde uzlaşamamışız. Aslında hiç kimse tam anlamıyla demokrasinin evrensel prensiplerini reddetmiyor, ama vesayet rejimi yardımıyla iktidarı elinde bulunduranlar, şimdiye kadar “zorla” dönüştürmeye çalıştıkları ve başarısız oldukları halkın iktidar olur ise onların hayat tarzını dönüştüreceği vehmi birçok “ama”lar üretmelerine ve “bize özgü” şartlar ileri sürmelerine sebep oldu ve olmaktadır. Böyle bir çatışma olunca sistem normalleşemiyor sistem. Özellikle de seçim dönemlerinde, en azından bu son seçime kadar, bir grup siyasî parti siyaset dışı güçlerden medet ummuş ve destek görmüştür. Böyle olunca genelde sivri dil bu süreçlere hâkim oluyor, bel altı vuruşları çok fazlaca yaşanıyor. Yukarıdan beri anlattığım kutuplaşma o kadar sert ki, hayat memat meselesi olarak görüyor birçok insan seçimi. Seçimde kaybedince hayatlarına ait her şeyi kaybedecekleri yönünde bir propagandaya maruz kalıyor kitleler. Sonuçta sert üslûp evden, kahvehaneye kadar her yere hâkim oluyor.     

Yeni dönemde yeni anayasa yapılacağı söyleniyor. Sizce uzlaşı içinde yeni anayasa yapılmasının şartları var mı?

Maalesef her konuda olduğu gibi anayasada kutuplaşmanın esiri oldu Türkiye’de. Batıda anayasalar bir toplum sözleşmesi olarak görülür her şeyden önce. Yani nerdeyse tüm grupların üzerinde uzlaştıkları bir metindir. Ama bizim modernleşmemiz ve anayasacılığımız ağırlıklı olarak Fransız cumhuriyetçi jakoben gelenekten geldiği için çağdaş olmanın, laik olmanın, toplumu dönüştürmenin adı olmuştur anayasalar. Bu anlamda Kemalist anayasacılığa göre anayasa siyasal, sivil bir metin olduğu kadar kültürel bir metindir de. Dolayısıyla anayasa tartışmaları yine hayat tarzları, kültürel kodlar üzerinden ağırlıklı olarak yürümektedir. Bu sebeple, bir kesim insan için mevcut anayasa kutsal bir metne dönüşmüştür. Şu an Türkiye yeni bir anayasaya ihtiyaç duyuyor çünkü toplum değişmiş ve mevcut anayasa yeni taleplere cevap vermiyor artık. Demokrasilerde değişen siyasal ve toplumsal şartlara göre anayasa değişebilir. Bu anlamda şu anda anayasanın değişmesi yönünde ciddî bir toplumsal talep var, ama aksinde de bir direnç var. Son seçim sonuçları maalesef yakın zamanda tam manasıyla sivil bir anayasa yapacak meclis kompozisyonu çıkarmadı. Yine de AK Parti ve liderliğinin aldıkları yüzde 50 oyun karşılığında sivil bir anayasa yapımına yönelik sorumluluğu var. İnisiyatif başlatarak bir metin ortaya koymaları gerek. Ortaya çıkacak metin her kesimi memnun etmeye bilir, ideolojiden de tam arınmış olmayabilir, ama en azından demokrasinin temel kural ve prensiplerini içerecek metin ortaya çıkarılabilir. Bu, sivillerin de anayasa yapabileceğini göstermek adına bir başlangıç olur. Zamanla değişecek siyasal durum ve talepler ile yeniden düzenlenebilir. Bence buna çok ihtiyaç var.

Yeni Anayasa için nasıl bir yol ve yöntem izlenmeli?

Zaten son yıllarda hem AK Parti, hem de bazı sivil toplum örgütleri anayasa taslağı hazırlığına giriştiler. Bence farklı eğilimdeki sivil toplum örgütleri bu yönde teşvik edilip ve bir araya getirilerek ortak bir metin ortaya çıkarılmalı. Tabiî bunu da AK Parti yapmalı. Ortaya çıkacak metin muhalefet partilerine götürülmeli ve her partinin temsilcilerinden oluşacak bir komisyon üzerinde çalışmalı. Ne var ki, şu anki Meclis yapısından böyle bir ortak komisyon kurulması ve ortak metin çıkması zor görünmektedir. MHP yöneticileri ilk üç maddeyi ve bazı maddeleri kırmızı çizgileri olarak ilân etti. CHP liderliği ise, seçim sürecinde yayınladıkları demokrasi paketinin ve verdikleri sözlerin aksine şu an ilk üç madde kırmızı çizgimizdir diyor. Ben yine de CHP ile asgarî şartlarda bir uzlaşıya gidilmesi için çabalanması taraftarıyım, ama şunu da biliyorum ki; adı CHP olan bir parti kolay kolay vesayet rejimini bitirecek bir metne yanaşmaz. BDP önemli bu anlamda. BDP içinde Kürtçü jakobenlerin dışında birkaç tane de olsa demokrat diyebileceğimiz vekiller var. Onların desteği alınmaya çalışılmalı. Her ne olur ise olsun en geç 2012’nin sonlarına kadar bir anayasa metni mecliste oylanmalıdır. Çok karamsar değilim, ama durum çokta iç açıcı gözükmüyor. İnsan umutlu olmak istiyor!

Sizce Türkiye ulus-devlet yapısından uzaklaşacak mı? Yerine ne ikame edilecek?

Aslında Türkiye’nin önündeki seçenek ulus-devlet yapısından uzaklaşıp uzaklaşmamak değil. Aşılmaya çalışılan otoriter tekçi anlayış, yasalar ve yapılardır. Bu anlayış ve yapılar kendisini sığ bir ulus-devlet, yani kaba bir devlet yekpare/homojen kültür birlikteliği, anlayışı ile tanımlamaktadır. Sorun bu ulus-devlet yapısının demokratikleşip demokratikleşmeyeceğidir. Aslında bu tarz bir değişim de ulus-devlet yapısının dönüşmesidir, tam mânâsıyla yok olması değil. Şöyle açayım; şu an dünyada birkaç devlet (Kanada, Belçika, İsviçre gibi) hariç çokuluslu devlet yok gibi. Nerdeyse hepsi bir millet ya da kültür tarifine dayanmaktadır. Batıdaki demokratik ülkelerin kimisi ABD’nin dayandığı Amerikalı tarifinde olduğu çok genel bir kimlik tanımına sahiptir, kimisi de Almanya örneğindeki gibi organik, yekpare bir etnik grup tanımına—ki bu da dönüşmektedir—sahiptir. Eğitim sistemi ve vatandaşlık tanımı ağırlıklı olarak belirli bir milliyetçiliğe dayanmaktadır. Sorun bu yapıların farklılıkları ne kadar kapsadığı, sisteme entegre ettiği yani daha fazla demokratik çoğulcu olup olmadığıdır. Dolayısıyla hâlâ ağırlıklı olarak nerdeyse tüm ülkelerde, demokratik gelişmiş olanlarda dâhil buna, ulusal/millî olana referans hâlâ hâkimdir. Aslında demokrasiyi kabaca halk iktidarı, yönetimi diye tarif ediyoruz. Bunu dediğimiz anda “Halk kim?” sorusu soruluyor. İşte bu noktada halkın tarifinde kimlik tartışması ortaya çıkıyor. Bu durum 20. yüzyılın ikinci yarısına kadar bazı grupların çıkıp kültürel haklar talep etmesine kadar ciddî bir sorun teşkil etmedi. Batıda demokrasinin gelişimine baktığımız önce sivil hakların, 19. yüzyılda siyasal hakların ve sonrasında sosyal hakların geliştiğini görüyoruz. Ne var ki, kültürel hak talebi, devletin dayandığı yekpare kültür ve kimlik anlayışına bir reddiye idi. Liberal demokratik devlet bu yeni duruma adapte olmada sıkıntı yaşadı, hâlâ da yaşamaktadır. İşte tam da bu noktada, toplumdaki tüm çeşitliliğin resmi olarak tanınması ve sisteme entegre edilmesi için gerekli olan şey genel bir kamusal kimlik tanımı olarak gözükmektedir. Bu kimliğin ağırlıklı olarak siyasal temelde tanımlanıp bireylerin hak ve özgürlüklerine dayanması gerekir ki kapsayıcı olabilsin. Bu siyasal ve haklar temeline ek olarak, genel siyasa altındaki vatandaşların paylaşacakları bazı ortaklıklara—ortak tarih, ortak coğrafya, ortak bazı değerler—hâlâ ihtiyaç vardır. Türkiye aslında bu ortaklıklar anlamında şanslıdır. Türkiye’deki ciddî eksiklik insan hak ve özgürlüklerini temel referans alan ve bütün farklılıkları siyasal ve yasal olarak kucaklayan bir siyasadır.

AB normları sizce yeni yapılanmada ne kadar değerli ve önemli?

Bildiğiniz gibi, son yıllarda Türkiye, işleyen demokrasiye sahip ve ekonomik olarak kalkınan bir Müslüman ülke olarak diğer İslâm ülkelerine model olarak sunuldu. Bu önemli bir gelişmedir, ancak biraz da yanıltıcıdır. Birçok kişi bu algıyla yanılarak artık bizim AB’ye ihtiyacımız yok diyor. Aslında Türkiye demokratikleşen ve rekabetçi ekonomiyi oturtmaya çalışan bir ülke. Türkiye’nin modeli de AB’dir, onun siyasal ve sivil normları ve prensipleridir. Son yirmi yılda Türk demokratikleşmesinde ve ekonomik büyümesinde AB itici bir güç olmuştur. Dolayısıyla vesayetçi sistemi tamamen kaldırmaya ve demokrasisini tüm kurum kuruluş ve değerleri ile pekiştirmeye çalışan Türkiye için AB hâlâ çok elzemdir. Ve bu istikametten, yani üyelik perspektifinden çıkmaması lâzımdır. AB, başından beri, demokratikleşmenin, sivilleşmenin, siyasal ve ekonomik büyümenin motoru olduğu kadar tüm bu süreçlere tarihsel bir meşrûiyette sağlamaktadır. Özellikle yeni anayasa yapımında ve kültürel çeşitlilik (özellikle de Kürt) sorunun çözümünde AB ülkelerinin izledikleri politikalar bize yol haritası çıkarmada ve politika üretmede kılavuzluk edecektir. Meselâ en son yapılan referandumdan önce parti kapatma ile ilgili düzenlemede Venedik kriterleri hem siyasal ve yasal zemin, hem de meşrûiyet sağlamıştır.

Türkiye’nin demokratikleşmesini geciktiren sebepler sizce nedir?

Demokratikleşmenin tam olabilmesi için birinci şart toplumdan ciddî örgütlü bir talebin olmasıdır. Bu olmadığı sürece, eğer toplumsal gruplar kendilerine verilen ile yetinirse sistem demokratikleşemez. Böyle bir yapıda çok rahatlıkla birileri vesayet sistemi kurabilir. Yakın zamana kadar Türkiye’de olduğu gibi. Devletten hak talep eden toplumsal grupların varlığı önemli dedik, buna paralel bu grupların da kendilerinden farklı gruplara, değerlere ve çıkarlara saygılı olması ve onları aynı ölçüde meşrû sayması gerekmektedir. Meselâ din-devlet ilişki anlamında devletin uyguladığı radikal laikçi politikalar dindarları baskılamış sindirmiş ve hatta değiştirmeye çalışmıştır. Şimdi demokratikleşme için devletin daha ılımlı, inançlara saygılı bir laikliği benimsemesi gerekmektedir. Aynı şekilde hak talep eden dinî grupların da aynı ölçüde sekülerleşmesi gerekir. Türkiye’de başörtüsü konusu buna güzel bir örnek oluşturur. İlk başlarda başörtüsü ile ilgili talep devletin tekçi anlayışına karşı çatışmacı bir dille inanç sorunu olarak lanse edildi. Sonra yavaş yavaş kişi hak ve özgürlükler ve kadın hakları çerçevesinde yani seküler kavramlarla talepler dile getirilmeye başlandı. Ve diğer dışlanmış grupların hak talepleri ile birlikte dile getirilmeye başlandı. Bu sekülerleşmeye güzel bir örnektir. Türkiye hâlâ bu anlamda sorunlar yaşamaktadır. Etnik Kürtçü ve bazı Alevi gruplar hala hak talep ederken ötekini dışlayan, düşmanlaştıran bir söylem kullanmaktadır. Aslında yaşadığımız toplumsal ve kültürel dönüşüm sancısıdır.

Demokratikleşmenin önündeki diğer bir sıkıntı, belki en önemlisi, Türkiye’deki vesayet sisteminin çok güçlü ve ciddî anlamda hem dikey hem de yatay olarak devlet ve toplum düzeyinde örgütlenmiş olmasıdır. Burada bazı bürokratlar ile bazı sivil güçlerin ittifakı söz konusu. Bence en önemli ayakları finansal güçleri, özellikle de büyük sermaye ayağı. Ama bu yapı ne kadar güçlü olur ise olsun eğer toplumsal gruplar siyasal ve sosyo-ekonomik olarak varlıklarını daha fazla hissettirirlerse sistemin demokratik bir süreçte dönüşmesi kaçınılmaz olur. Türkiye artık bu sürece girmiştir.   

Yeni dönemde askere bel bağlamayan sivil bir siyaset mümkün olabilecek mi?

Bunu şimdiden söylemek çok zor. Biliyorsunuz CHP ve MHP bazı Ergenekon sanıklarını aday gösterdi ve vekil olmalarını sağladı. Bu aslında bazı siyasî partiler ile vesayet sisteminin bağını gösterir bize. Ama yaşadığımız süreçte sivil alan genişlemektedir ve son sekiz yıldır yaşadığımız demokratikleşme süreci bir nevi sivilleşme olarak da cereyan etmektedir. Kritik pozisyondaki askeriyeden temsilciler yerlerini sivillere bıraktı. Meselâ AB uyum sürecinde MGK’nın yapısındaki değişiklikler buna güzel bir örnek teşkil eder. Ordunun sivil otoriteye, hükümete karşı olan otonomisi gittikçe daha fazla tartışılmaktadır ve sivillerin etki alanı askeriyeninkine doğru genişlemektedir. AB’ye uyum sürecinde bu durum daha da hızlanacaktır. Ayrıca yeni anayasa bu anlamda da çok önemlidir. Tüm bürokratik unsurların görevleri açık bir şekilde tanımlanacak ve sivillerin emrinden halka hizmetin bir aracı oldukları yasal zeminde tarif edilecektir. Tabiî ki bu bir de kültür meselesidir de. Bütün bu yapıların demokratik kültürü içselleştirmesi ve bu anlamda kendilerinin “halkın efendisi devlet” olmadıklarını, halkın hizmetçisi olduklarını benimsemeleri gerekir. Bu da biraz daha zaman alacaktır.

Türkiye’deki çeşitliliği kucaklayan bir anayasayı nasıl tanımlarsınız?

Bence sivil anayasa yapımı tartışmalarında en sorunlu alan çeşitliliğin metinde nasıl ele alınacağıdır. Daha önceden belirttiğim gibi bu tüm demokrasilerin sorunudur. Batılı demokrasilerde çok kültürcülük tartışmalarında en fazla değinilen nokta idi. Hala hâkim devlet biçimi bir genel kültür anlayışına dayandığı için birçok düşünür ve bilim insanı çok kültürcülük politikalarının asimilasyonu amaçladığını söylemiştir. Aslında aranması gereken çeşitliliğin entegrasyonu olmalıdır. Bu daha farklı grupların farklılıkları ile yasal bir zeminde tanınarak sistem içine dâhil edilmeleridir. Bu geçişte şu anda tüm demokrasiler ciddî anlamda zorlanmaktadır. Yani sorunlu alan vatandaşlardan gelen kültürel hak taleplerinin ne ölçüde ve nasıl karşılanacağıdır. Bu yönde anayasal vatanseverlik diyenden tutunda çok kültürlü vatandaşlık diyene kadar geniş bir yelpazede öneriler vardır. Detayı uzun sürer. Biz bu noktada Türkiye’ye bakacak olur isek, bizde sivil, siyasal ve sosyal hakları tam olarak kucaklayan liberal çoğulcu demokrasi henüz yerleşmiş değildir. Buna paralel en sert meydan okuma kültürel haklar konusunda gelmektedir.

Kültürel haklar öncelikle bireysel hak ve özgürlükler anlamında anayasaya girmesi lâzımdır. Yani devletin tek kimlik, tek kültür dayatmasından vazgeçtiğini, ancak toplumdaki çeşitliliği yasal zeminde tanıyarak yapabilir. Ama daha önceden söylediğim gibi bu tanım karşılıklı olmalıdır. 

YILMAZ ÇOLAK KİMDİR?

1969 yılında Görele’de (Giresun) doğdu. İlk ve orta öğrenimin, İstanbul Esenler’de tamamladı. 1993 yılında ODTÜ Sosyoloji Bölümü’nü bitirdi. Bilkent Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü’nden 1994 yılında Yüksek Lisans ve 2000 yılında da “Civilizing Process from Above: Culture and State in Turkey, 1923-1945 (Yukardan Aşağıya Medenileşme Süreci: Türkiye’de Devlet ve Kültür, 1923-1945)” başlıklı tezi ile Doktora derecesi aldı. 2000-2010 yılları arasında Doğu Akdeniz Üniversitesi’nde (Kıbrıs) öğretim üyesi olarak çalıştı. Halen Polis Akademisi öğretim üyesi ola çalışmaktadır. 2000 yılında yardımcı doçent ve 2007 yılında doçent oldu. 2003 yılında Belçika Brugge’de United Nations University’de “Misafir Araştırmacı” olarak bulundu. “Türkiye’de Devletin Kimlik Krizi ve Çeşitlilik” başlıklı bir kitabı ve Türkiye’de kültür-devlet ilişkisi, dil ve tarih politikası, İslamcılık-Kemalizm, Yeni-Osmanlıcılık ve Kürtçülük bağlamında kimlik hareketleri ve vatandaşlık siyaseti ile Kıbrıs’da göç, milliyetçilik ve tarih yazıcılığı üzerine başılmış makaleleri vardır.

H.Hüseyin Kemal -hhkemal@yeniasya.com.tr

Haberi Ekleyen: Görman Hesler

Bu haber 1600 defa okunmuştur.

Paylaş

Delicious  Facebook  FriendFeed  Twitter  Google  StubmleUpon  Digg  Netvibes  Reddit

Röportaj-Söyleşi

Murat Kul ile balıkçılık üzerine söyleşi

Murat Kul ile balıkçılık üzerine söyleşi Dedesi rahmetli Mustafa Kul'un bayrağını taşıyor

Erdoğan'ın halifelik hayali Türkiye'yi tehlikeye attı!

Erdoğan'ın halifelik hayali Türkiye'yi tehlikeye attı! Ortadoğu'yu en iyi bilen gazeteci Hüsnü Mahalli, SÖZCÜ'ye konuştu

Cesur,Devrimci ve Çağdaş

Cesur,Devrimci ve Çağdaş TGB Başkanı Çağdaş Cengiz ile röportaj

Kılıçdaroğlu: AKP kaybedeceğini gördü

Kılıçdaroğlu: AKP kaybedeceğini gördü Kılıçdaroğlu provokasyonlar konusunda uyardı

Yıldırım Mayruk ülkeyi terk ediyor!..

Yıldırım Mayruk ülkeyi terk ediyor!.. Yıldırım Mayruk,Barbaros Şansal ile birlikte ülkeyi terk ediyor!..

GÖRELE ' DE HAVA DURUMU

GIRESUN

RÖPORTAJ

Murat Kul ile balıkçılık üzerine söyleşi

Murat Kul ile balıkçılık üzerine söyleşi

ARŞİVLEN HABERLER

Arama
ssssssssssssssssssssssssssssssssssss